2018’in hemen başında, her şey yolunda gidiyor diye sanıyorken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla Merkez Bankası’nın (MB) genel kurulu iki ay öncesine alındı. Bitmedi bir de kar payının yüzde 90’ının Hazine’ye aktarılmasıyla başladı. Onu bankalara, ucuz kredi verilmesi yönündeki direktif izledi. MB yeniden devreye girdi. Bankaların zorunlu karşılık oranlarını düşürdü. TL’nin bu yıl dolar karşısında yüzde 30’a yakın değer kaybetmesi sonrası OHAL ve baskıyla ötelenen iflaslar sonunda patlak verdi. Öyle ki, AKP’li TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Yılmaz Tunç, son 8 ayda konkordato talep eden şirket sayısının 1.401 olduğunu belirtti. Konkordatoları önlemek için kamu ve parti araya girdi, bankaların kulağı çekildi. Derken gündeme tarım girdilerindeki fahiş fiyatlar düştü.
Sebze ve meyve başta olmak üzere gıda fiyatları aşırı derecede fırladı. Gıda enflasyonu yüzde 30’u aştı. Cumhurbaşkanı topu “gıda terörü”ne atarken, market ve halcileri tehdit etti. Birçok hal ve toptancı basıldı. TL ile alış veriş kampanyası devreye konuldu. Dolar ile kiraya verenler hain olarak nitelendirildi. Durum düzelmedi. Sanayi teklemeye başladı. İşsizlik fırladı. Döviz mevduat hesapları 171 milyar dolarla tarihi rekor seviyeye yükseldi. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı kararıyla döviz hesaplarında yüzde 13 olan kesinti yüzde 18’e çıkarıldı. Tam bu sırada MB hesaplarında 9.4 milyar dolarlık bir azalma yaşandı. Paraya ne oldu açıklanmadı. Bunun üzerine yabancı yatırımcı döviz alımına yönelince, dolar kuru, 22 Mart günü, 5.45’ten 5.84’e fırladı. Sonrasında Londra swap piyasasındaki karşılıklı hamleler geldi. Peki, bu baş döndüren gelişmeler nereden kaynaklı dernesiniz? 2018’in başındaki Afrin savaşına bakın derim… Aynen 2012’deki gibi.
Tam saha press
Şu son bir aylık dönemde yaşananlar, Türkiye’nin otoriterleştiğini tescil etmiş durumda. Bunu, 15 Temmuz sonrası demokratik hakların askıya alınması, OHAL uygulamaları, KHK ile yönetme, HDP’ye düşman hukuku uygulanması, ya da Cumhur İttifakı dışındakilerin “zillet ittifakı”, “teröristlerle kol kola” olarak hedef gösterilmesinden yola çıkarak da söylemiyoruz. Aksine kapitalist sistemin o toz kondurmadığı piyasa ekonomisine yönelik yapılanlar itibariyle söylüyoruz. Kayyum atamaları, ihale uygulamaları, Merkez Bankası’nı müdahale, tanzim satışlar, toptancı ve hal baskınları, marketlere tehditler… Ankara’dan verilen perspektif kapitalist sistemin işleyişini her geçen gün zorluyor. Dövize sarılma da dışarıya kaçış da bundan. Bu noktada Massachusetts İnstute of Technology iktisat profesörü Daron Acemoğlu’nun, Türkiye’nin yapısal problemlerine ilişkin vurgularından ziyade demokrasi ve otoriterliğin ekonomi ile ilişkisi konusunda söyledikleri önemli: “Demokratik rejimlere geçişte kişi başına gelir yüzde 25 artıyor. Çünkü ülkeye yatırım geliyor. Diktatörlükte ise yatırımları kendi işadamlarına veriyor. Demokraside vergi gelirleri artıyor. Diktatörlükte vergi artmaz çünkü kendi adamlarından vergi isteyemez.”
Seçim ekonomisi…
Türkiye tarihinin en çok seçim gören dönemine tanık oluyoruz. Son beş yıla 4 seçim sığdırıldı; iki milletvekili, bir Cumhur, bir yerel seçim… Böyle olunca ekonominin kendisinin seçime endekslendiği bir süreç işlemekte, dolayısıyla gündem ekonomiden çok seçim olmaktadır. Yani, siyaset bugünün koşullarına ve gereksinimlerine yoğunlaşır, bir ölçüde şimdiyi geleceğe değişir. Ayrıca, bozulmakta olan ekonomik koşullarda seçmenleri etkilemek için hayata geçirilen uygulamaların kamusal maliyeti olacak. Özetle 1 Nisan sabahından itibaren bize yüklenen maliyetleri görmeye başlayacağız…
100 günlük vaatler
Gündemde, kamuda çalışan emekçilerin sık sık dile getirdiği 3600 gösterge talebi var. Maaştan ziyade emekli aylığı ve emekli olduğunda alacağı ikramiye miktarı üzerinde önemli artış yaratan 3600 gösterge konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Haziran seçimleri öncesi, “Değerli kardeşlerim önemli bir konuya geliyorum. Burayı hassas dinleyelim. Polis, öğretmen, hemşire, din görevlilerimize bir müjde vermek istiyorum. Diğer idarecilerimizin emeklilik ek göstergelerini 3 bin 600’e çıkaracağız. Buradaki adaletsizliği gidermiş olacağız” demişti. Bu vaat 14 Aralık günü açıkladığı “İkinci 100 günlük eylem planı”nda da yer aldı. Peki ne oldu? Tek ses AKP Grup Başkanı Naci Bostancı’dan geldi. 20 Mart’ta bir Tv’de, “Personel reformu olması gerekiyor Türkiye’de. Nisan-Mayıs civarında bu gelişmeler yaşanır” dedi. KESK’e göre, bu AKP’nin kendi kadrolaşması için koşullar yaratması anlamına geliyor.