Elif Aydoğmuş/İstanbul
Ülke bir süredir ekonomik kriz, seçim ve PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması için başlatılan açlık grevi eylemleriyle dünyanın da gündeminde. Dünya basınının yakından takip ettiği bu üç başlık iç basında ya sansürleniyor ya da çarpıtılarak veriliyor. Seçim çalışmalarını Cumhur İttifakı’ndan ibaret gören iktidar medyası yaklaşık 3 aydır HDP, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin seçim çalışmalarına neredeyse ya hiç yer vermedi, ya da bu partilerin aleyhlerine olacak şekilde verdi. Geçtiğimiz haftalarda basının sözde amiral gemisi olarak tanımlanan Hürriyet gazetesi, HDP Eşbaşkanı Sezai Temelli’nin kullanmadığı sözlerini manşetine taşıyarak medya için “kral çıplak” dedirtti. Yine Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle DTK Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven tarafından başlatılan açlık grevi eylemleri iktidar medyasının yanında muhalif basında da yeterince yer almadı. Medyanın hali bildiğiniz gibi “Güldür Güldür”! “Tek Adam rejiminde bütün basın tarihinin en karanlık, en kötü dönemini yaşıyoruz” diyen usta gazeteci-yazar ve medya eleştirmeni Ragıp Duran ile medyanın hali pür melalini konuştuk.
Türkiye’de medya tepe taklak bir geri dönüşü yaşıyor. 2000’li yıllara kadar devletin yoğun baskısı altında olan basın kuruluşları, değişen atmosferle birlikte kısmi de olsa eleştirel yayınlar yapabiliyordu. Ancak şu an gelinen aşamada 80-90’lardaki postallı gazeteciliğin örneklerini yaşıyoruz. Hatta birçok açıdan daha da geri durumda. Bu geriye dönüşü nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de matbuat-basın-medya hiçbir zaman ileri gitmedi ki bugünlerde bir “geri dönüş” yaşasın. İlk günlük gazetenin çıktığı 1831’den bugüne kadar Türkiye’de basın hiçbir zaman kelimenin geçek anlamıyla bağımsız ve özgür olmadı. II. Mahmut döneminde ilk gazeteyi Saray çıkartmıştı. Bugün de Türk medyasının yüzde 95’ini Saray çıkartıyor. Aradan geçen 188 yılda haliyle bazı küçük değişiklikler oldu: Saray o zaman İstanbul’daydı, şimdi Ankara’da. O zaman iktidarda II. Mahmut vardı, bugün I. Erdoğan. İlk gazetenin tüm çalışanları, muhabir ve muharrirleri ile teknik kadrosu ve idarecileri Saray’ın maaşlı memurlarıydı. Bugün, hiç olmazsa dış görünümde, iktidar medyasının çalışanları için göstermelik şirketler kurdular. Ama ideolojik patron hala Saray.
Kuşkusuz yaklaşık iki asırlık gazetecilik/habercilik yolculuğunda, düşünce-ifade-basın özgürlüğü alanında, sizin de belirttiğiniz üzere, inişler-çıkışlar oldu. Tek adam rejiminde bütün basın tarihinin en karanlık, en kötü dönemini yaşıyoruz. Bu tespit, sübjektif bir değerlendirme değil. Yasaklanan/kapatılan gazete, dergi, radyo, televizyon ve internet sayısı, hapse atılan ve yargılanan gazeteci sayısı açısından bugün sadece Türk basın tarihinin değil belki de bütün dünya tarihinin en olumsuz dönemlerinden birini yaşıyoruz. Çeşitli nedenleri var: Askeri vesayeti kaldırmak ve AB reformlarına uyum sağlamak şiarı ile yola çıkan siyasi iktidar, bu iki olumlu gerekçeyi, nispeten kısa bir süre içinde tersine çevirip Tek adamın vesayetini kurup Avrasya tipi faşist bir rejim inşa etmeye başladı. Kemalizme karşı mücadele adı altında ‘Yeşil Kemalizm’ adını verebileceğimiz İslami soslu neo-liberal ideolojiyi egemen hale getirmeye çalıştı iktidar. Hukuktan kente, eğitimden sağlığa, diplomasiden medyaya kadar büyük ve kapsamlı bir dönüşüm gerekiyordu.
AKP, sanıldığı üzere muhafazakar bir parti değil, açıkça karşı-devrimci bir parti. Yani kadim müesses düzeni yıkıp yerine gerici, faşist, laiklik karşıtı, Amerikan-Arap toplumsal yapısına benzer bir düzen kurmaya niyetli. Bunu gerçekleştirmek için siyasi, ekonomik hamlelerin yanı sıra kitleleri ikna etmek, onların rıza göstermelerini sağlamak yani üst yapıyı, zihniyetleri hazırlamak için güçlü bir medya desteğine ihtiyacı var Tek Adam’ın. AKP, Türk medya mülkiyet haritasını çok büyük ölçüde değiştirerek kendi medyasını kurdu ve medya ideolojisini yaygınlaştırmaya başladı. Bugünkü medya, iki asırlık Türk egemen medyasının DNA’sında zaten var olan devletçi, tekçi, demokrasi ve Kürt düşmanı faşist kalıpları en koyu dozajına getirdi.
Şu an toplumun yüzde 50’si, devletin tüm baskı aygıtlarına ve şiddetine rağmen bu düzene muhalefet ediyor. Gel gör ki ülkenin yarısı medyada görülmüyor. Görülmediği gibi de sürekli antipropagandalarla karalanıyor. Medyanın buna alet edilmesini nasıl değerlendirirsiniz? Toplumsal etkileri ne olur?
Türkiye’de gerek Osmanlı mirası gerekse Cumhuriyetin eğitim ve kültür alanlarındaki teori ve uygulamaları nedeniyle, özgür yurttaş, özgür toplum, okuyan, tartışan, eleştiren bir toplum hedefine yönelim olmadı. Kur’an kurslarından mülhem ezberci anlayış, Padişah’a biattan gelen boyun eğme ve muhalefetin her düzlemde kargılanması nedeniyle toplumsal yapı da aslında bugünkü faşist düzene yatak hazırlamıştı. Altı yüz yıl boyunca Tek adamla yönetilen bu topraklarda en önemli “siyasi” faaliyet sefere hazırlanıp komşu toprakları işgal etmek olmuştu. Bu gelenek bugün de sürüyor. Ne var ki, vakti zamanında üç kıtaya egemen olan Osmanlı’dan bugüne bir yarımadaya sıkışmış, cumhursuz bir Cumhuriyet kaldı.
Sadece devlet yöneticileri değil, bu halkın önemli bir kesimi de, eziklik içinde, Osmanlı nostaljisini yaşatma derdinde. TV’lerdeki Ertuğrul Gazi ya da Abdülhamid dizileri ile sözüm ona parlak geçmiş bugüne transfer edilmeye çalışılıyor. Medyada yazılanlar kadar, kimi zaman yazılmayanlar, yani gizlenenler, tahrif edilenler, abartılan ya da küçümsenen olgular önemli. Yurttaşların bilgi sahibi olması bilahare de düşünmesi için gerekli olan somut ve fikri olgular, demokratik olmayan iktidarlar açısından tehlikelidir. Tek Adam, aslında bugünkü egemen medyanın tek patronu. Medyaya yaptığı/yaptırdığı milyonlarca dolar yatırım, sadece kendisini övmesi/ reklamını yapması için gerçekleşmiyor. Belki de daha çok kendisini rahatsız eden ve edecek bilgi, haber, yorum ve görsel malzemenin yayınlanmaması için çaba sarf ediyor. Milliyetçilik, Kürt düşmanlığı, Öteki’ni karalamak bizde eski, güçlü ve yerleşik refleksler. Bu refleksleri benimsemeye/onaylamaya hazır bir kitlenin bulunması da iktidarın büyük avantajlarından biri.
Hürriyet gazetesi HDP Eşbaşkanı Sezai Temelli’nin ağzından hiç çıkmamış sözleri alıp manşete taşıdı. Yalanı tepki çekince de topu ne hikmetse Temelli’ye attı. Medyanın ‘amiral gemisi’ndeki ‘dönüşüm’ hakkında ne söyleyebilirsiniz?
“Her Türk asker doğar!’’ şiarını askerlik yapmış her erkek bilir. Sabahın köründe erata bağırta çağırta bu sloganı attırırlar. Orta Asya’dan bu yana çok militarist bir toplumdur Türkiye. Yağma ve talan, tarihi olarak günlük standart pratiklerimizden biridir. O kadar militaristiz ki, medya sözlüğünde bile askeri sözcükler kullanırız. Mesela “Dört dörtlük haber’’ ya da “Şahane bir haber’’ denmez yazı işlerinde, “Bomba gibi haber!’’ denir. Başka dillerde rastlamadım ben böyle bir deyime. “Amiral Gemisi’’ de aslında Hürriyet’in kendisine taktığı bir sıfat. Çünkü medya onlara göre harekat halinde bir ordudur, bir yerleri vurmaya, bir yerleri işgal ve talan etmeye giden bir mekanizmadır, e o mekanizmanın da bir lideri, şefi, reisi olması lazım değil mi? Hürriyet, uzunca bir süre, ufak tefek düzenlemelerle, merkez medya konumunda kalmak istedi. Ama kurulduğundan bu yana, Aydın Doğan’ın da itiraf ettiği gibi hep “Devlet Gazetesi’’ oldu. Aşırı uçlara, çiğ militanlığa ya da ajitasyon propagandaya kaçmamaya bir süre özen gösterdi.
Devletle ve hükümetlerle arasını hep iyi tutmaya çalıştı. Popüler bir gazeteydi, çok satmak için de, toplumdaki çeşitli eğilimlere/dalgalara kendisini tamamen kapatmamak amacındaydı. Kürt meselesi hariç. Kıbrıs sorunu hariç. Ermeni sorunu hariç. Askeriye hariç. Kemalizm hariç. Çünkü “Türkiye Türklerindir’’! Bütün dünyada en az iktidar yanlısı gazeteler satar. Bir duyuma göre, Aydın Doğan’ın yaklaşık 300 bin okurla Demirören’e satmak zorunda kaldığı Hürriyet’in satışı bugün 60 binlere düşmüş. HDP Eşbaşkanı’nın açıklamasını açıkça tahrif ederek yayınlaması iki bakımdan önemli: İktidar evet esas olarak HDP’den ve Kürtlerden çekiniyor. Ama daha da büyük korkusu HDP’nin Kürtler dışında olası müttefikler ya da dostlar edinmesi. Bu uydurma başlıkla aklınca HDP ile CHP ve İYİ Parti arasına nifak sokacaklar. Temelli’nin sözlerini ters yüz etmesinin altında yatan, kamuoyu araştırma anketlerinin de gösterdiği üzere, HDP seçmeninin oyları sayesinde AKP-MHP koalisyonunun birçok bölgede seçimi kaybetme olasılığının yarattığı panik. HDP seçmeni birçok seçim bölgesinde anahtar konumunda.
Devletin kalemi var, silgisi yok
Son günlerde ahaber ve Sabah adlı hükümet medyası ‘tetikçi medya nasıl olur’un örneğini sergiliyor. CHP listelerinden belediye meclis üyeliği için başvuran kişiler hakkında yazılanlar akıl almaz nitelikte. 60’lı yıllarda katıldıkları etkinliklerden tutalım da sadece ‘Nusaybin doğumlu’ olması bile PKK’li olduğuna ‘delil’ sayılıyor. Bu yapılan habercilik mi, bir tanımı yapılabilir mi?
Devletin istihbarat örgütünün yurttaşların yasal, açık siyasi, kültürel, toplumsal faaliyetlerini fişlemesi, dahası bunu bilahare bir suçmuş gibi gösterip iktidar partisinin lehine, medya aracılığı ile bir koz olarak kullanması, aslında iktidarın ne kadar sıkıştığını, nelerden medet umduğunu göstermesi açısından manidar. 31 Mart yerel seçimlerinin görünmeyen esas aktörü, dikkat ettiyseniz PKK oldu. İktidar yaygın medya aracılığıyla kendi safında olmayan herkesi “terörist’’, herkesi “PKK ile iltisaklı’’ olarak gösteriyor. Bu pek akıllı bir taktik değil. Çünkü bu yaklaşım doğru ise devletin bizatihi kendisi PKK’nin ne kadar güçlü, yaygın ve kitlesel bir örgüt olduğunu ima ediyor. Bir arkadaşımın doğru bir tesbiti var: “Devletin kalemi vardır, silgisi yoktur.’ Demokratik olmayan düzenlerde, resmi istihbarat örgütü, bir yurttaşın yarım asır önce hangi geceye katıldığını saptamakla meşgul olursa, Rojava’da IŞİD’in Kürtlere yenileceği öngörüsünde bulunamaz tabi ki… Devletin içine sızan Cemaat mensuplarının bir gün bir kalkışmaya katılabileceğini de. Haber, doğru olmalı, kamu çıkarı gütmeli, çok boyutlu olmalı, okurların, dinleyicilerin, izleyicilerin bilinçli bir yurttaş olmasını sağlayan bilgi ve fikirlerle donatılmasını sağlamalı. Faşizmin önemli bir özelliği hukuksuz olmasının yanı sıra kendi yaptığı kanunları da çiğnemesi.
Leyla Güven 142 (dün itibariyle) gündür, cezaevleri ise 100 günü aşan bir süredir açlık grevinde. Daha da kötüsü artık her gün bir ölüm haberi geliyor. Ancak bir kısım medya dışında bu haberler hiçbir şekilde görülmüyor. Muhalif medya dahi tutuk kalıyor. Öyle ki geçen günlerde Selahattin Demirtaş ile yaptığımız röportajda açlık grevlerine de geniş yer verilmişti. Ancak muhalif medya bu haberin ilgili kısmını kullanırken, açlık grevleriyle ilgili bölümü komple atıp, sadece seçim çağrısına yer vermişti. Medya etiği ve basının sorumlulukları çerçevesinde konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
“Medya etiği ve basının sorumlulukları” diye bir ibare kullanıyorsunuz. Olmayan şeyler hakkında nasıl konuşayım ki? İktidar medyasının Leyla Güven ve binlerce tutuklunun açlık grevine yasak getirmesi, bu eylemin son derece yasal ve meşru olduğunu gösteriyor. Çünkü Öcalan’a uygulanan tecrit, Türk Hukuku ya da evrensel hukuk açısından kabul edilemez bir durum. Güven ve diğer açlık grevcileri, sadece sıradan, normal, doğal bir uygulamanın yerine getirilmesini talep ediyor.
İktidar ve medyası bu konuda tahrifat bile yapamadığı için topyekün sansür uyguluyor. Yurttaşlar, açlık grevinin talep ve amaçlarını öğrenirse, Öcalan, Kürt meselesi, devletin politikaları hakkında, şimdiye kadar kendilerine propaganda edilen bilgiler hakkında kuşkuya düşebilir. “Muhalif medyadan’’ söz ettiniz. Ben bu ibareyi pek kullanmam. Çünkü medya, yapısı, misyonu gereği zaten muhalif olmalı. Kastettiğim sadece siyaset alanındaki muhalefet değil, topyekün bir muhalefet, Foucault’nun iktidar tanımına uygun bir muhalefet. Türkiye’de anamuhalefet partisinin başında, “Anayasa’ya aykırı da olsa dokunulmazlıklar konusunda olumlu oy vereceğiz”, “Ben Milliyetçiyim”, “Ozan Arif, Pir Sultan gibi bir ozandır’’ diyen birisi varsa…
Ve partisi Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nde iktidar milletvekilleriyle birlikte Türkiye’deki antidemokratik baskıları kınayan karar tasarısına aleyhte oy veriyorsa… Gerisini düşünün. Kendisini sol muhalefet olarak tanımlayan bazı kesimlerin de açlık grevi eylemlerini ve taleplerini siyasi, ideolojik olarak canı gönülden desteklemediklerini maalesef gözlemliyoruz.