Türkiye’de siyasal iletişim dili başta olmak üzere, medya araçlarını tekellerine alan iktidarın toplumla kurduğu bütün ilişki kanallarının şiddet üretimi, mevcut durumun kritik boyutunu gözler önüne sermektedir. Toplumsal barışın bozulması nedeniyle her geçen gün azalan güven ve karşılıklı tahammülsüzlük, sosyal meselelerin ve toplumsal olayların ani dönüşümlere evrilmesine yol açıyor. Rejimin son yıllarda başvurduğu kutuplaşma mekaniğinin, bilinenlerin dışında, ciddi manada paralel topluluklar ortaya çıkardığını özellikle dini cemaatler örneğinde görüyoruz. Kendi ideolojik düzlemi üzerine kurduğu sistem tamamıyla kaba güç ve kabile kanunları cüretkârlığı üzerinde bina edilmiştir. Bugün yaşananlar tam o düzlemin öngördüğü düşman resimlerinin an be an kalıcılaştığı anın keskin resmidir.
Bu resim, toplumsal kutuplaşmadır, ötekileştirmedir, mülteci ve Kürt düşmanlığıdır. Bu nefret zehirlenmesi sonucu toplumsal paranoyanın ne denli açığa çıktığını toplumdaki kutuplaşma üzerinden görebiliyoruz. Her kutbun kendi fantezi dünyasında diğerini alenen suçlaması ve düşman olarak görmesi, mevcut rejimin nihai hedefine dolaysız bir hizmettir aslında. Nitekim “havuz medyası”nda çarşaf çarşaf yayınlanan HDP’li aday listeleri, meydanlardaki çapsız ve düzeysiz sinevizyon sunumları, iktidarın ne denli bir şiddet girdabına hapsolduğunu ve hukuk tanımaz olduğunu gözler önüne sermektedir. Son olarak sözde içişlerinden sorumlu zatın ve birkaç gün önce Erdoğan’ın bir rejim televizyonda söyledikleri hukuk ve toplumsal sözleşmesinin yıkımı niteliğindeydi. Erdoğan katıldığı programda, “340 HDP’li başka partilerden aday oldu. Seçim sonrası bu isimlerle ilgili yükleneceğiz. Başkanlığının, üyeliğinin düşürülmesi için mücadele edeceğiz. Bu ülkenin teröristlerce yönetilmesine müsaade edemeyiz,” diyordu.
Anayasa’nın öngördüğü hukuk kuralların çerçevesini zedeleyen bu hukuk tacizi, bütün nobranlığı, hodbinliğiyle milyonların gözleri önünde vuku buldu ama tek bir savcı bile oralı olmadı. Oysa mevcut Anayasa halen Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu yazar. Oysa Erdoğan’ın HDP’ye dair açıklamaları, ortaya çıkacak olan seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğinin aleni tehdididir. Anlaşılan o ki AKP seçim sonuçlarını kabul etmemeye hazırlanıyor ve muhalefetin büyükşehirlerdeki adaylarını kriminalize ederek o alanı kapatma üzerinde bir kurgu kuruyor. Tek bir kayyımı kabul etmenin, halkın demokratik iradesine ihanet olacağını, halkı tamamıyla bir nefret ve savaş spiralinin içine atacağı anlamına geleceğini herkesin bilmesi gerekir. Dolayısıyla pazar akşamı ortaya çıkacak sonuca göre tutum alma zorunluluğu kendini keskin bir bıçak gibi dayatıyor sorumluluk sahibi herkese.
Rejimin bir toplum mühendisliği stratejisiyle yaydığı bu kin ve nefret dalgası giderek kitlesel bir patolojiye dönüşüyor. Özellikle anti-Kürt ve HDP düşmanlığı üzerinde odaklanan düşmanlaştırma propagandasının giderek güçlü bir şiddet sarmalına dönüştüğünü hem Erdoğan hem de Soylu’nun saldırgan dilinden görmek mümkün. Kendi dışındaki diğer bütün siyasi aktörleri alenen “vatan haini” ve “terörist” olarak lanse etmesi her ne kadar içine düştüğü çaresizliğin dışavurumu gibi görünse de, bu amaçla kullandıkları siyasi aygıt ve siyasal iletişim dili, toplumsal barışı yok eden bir mekanizmadır.
Kanımca devlet bir bütün olarak halen tam olarak bu yıkım mekaniğine dahil olmuş değil. HDP’nin geliştirdiği denklem bozucu strateji, demokratik muhalefetin yapması gereken sıradan siyasi bir hamleden başka bir şey değildir. Bu sarih hakikatin devlet erki tarafından bu düzleme yakın bir biçimde okunduğunu söylemek gereğinden fazla bir abartı sayılmaz. Türkiye’nin hem rejim hem toplumsal krizden çıkabilmesi için acil olarak yapması gereken esas şey, eski anayasanın çerçeve metnine geri dönmesidir. Yer yer geri, ırkçı ve çağ dışı olmasına rağmen kurucu metne bağlı kalarak yeni değişikliklere gitmesi yeniden bir yeni inşayı beraberinde getirebilir ve öncelikle kendi iç barışını ve sonra dıştaki itibarını tesis edebilir. Buradan hareketle tekrar parlamenter sisteme geri dönebilir. Zira yeni rejim biçimi toplumun yarısından fazla bir kesimin temel güven duygusunu ve varlık kaygısını derinleştirmiştir. Seçimlerden sonra kim kazanırsa kazansın, Türkiye Kürt kartını küresel olarak eline alarak çözüm odaklı yaklaşım göstermek zorundadır, aksi takdirde kendisi çözülmeye başlayacaktır. Eğer Türkiye kendi Kürtleriyle barış sağlarsa, dışarıdaki güçlere karşı gelişmiş olan derin bağımlılıktan da kurtulacak ve küresel anlamda rahat bir nefes alacaktır. Seçim sonrası herkesin rahat bir nefes alabilmesi için sorumlu davranıp kapsayıcı bir dil kullanmalıdır. HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin altını çizdiği gibi herkesin “siyasetin dilini bu nefretten kurtarma zamanı gelmiştir. Yeni bir siyaset zamanıdır, HDP zamanıdır. Şimdi barışın, demokrasinin, yeni yaşamın dili ile konuşma zamandır”.