31 Mart yerel seçim sonuçlarının Türkiye’nin siyasi yaşamını nasıl etkileyeceğini hepimiz merak ediyoruz. Tart(ış)tığımız en önemli konu, bu seçimlerde Cumhur İttifakı’nın oylarının 24 Haziran seçimlerinden veya 30 Mart 2014 seçimlerindeki AKP+MHP oylarının altında kalması ya da Ankara, Bursa, Antalya, Adana gibi büyük şehirleri kaybetmeleri halinde iktidarın ciddi bir siyasi darbe yiyip yemeyeceği. Ama gitmekte olduğumuz, “seçimlerden bir seçim”, “her zaman hemen hemen aynı şekilde yapılan ve sonuçlarının sonraki 5 yılın yerel yönetim iktidarlarını belirlediği bir seçim” değil.
Bu seçim, açık faşizm koşulları altında gidilen bir yerel yönetim seçimi. Ve biz, yani demokratik toplumsal-politik muhalefet güçleri, normal olmayan bu seçimi normal bir seçimmiş gibi yaşıyoruz. Bu yerel seçimin, bu güne kadar yapılanlar içinde en hileli, sonuçları en çok çarpıtılacak yerel seçim olacağından herhalde kimsenin kuşkusu yok. (Yerel seçimlerde sonucu belirleyecek ölçüde hile, manipülasyon yapılamaz diyenler için 2014’ün Ankara seçimlerini hatırlatırım.
O günden bugüne seçim güvenliğindeki bozuşmanın ulaştığı seviyeyi de hesaba katmamız gerekiyor.) Ancak zaten sorunumuz “sandığa hile karıştırılmasının” da ötesinde. Varsayalım, ekonomik kriz, diktatörlüğün dış ve iç politikasının iflası, dinbazneoliberal kent politikalarının yol açtığı kentsel-ekolojik-kültürel yıkımın artık dayanılmaz boyutlara ulaşması seçmen tercihlerinde hiçbir değişikliğe yol açmadı, seçimler, 2014 seçimleriyle üç aşağı-beş yukarı aynı şekilde sonuçlandı.
Ne olacağını sanıyoruz? Örneğin sarayın seçim kurullarının, Diyarbakır, Mardin, Van belediyelerine seçilen HDP’li belediye başkanlarına mazbatalarını ikiletmeden vereceğini ve kayyumların oturtuldukları koltukları devir teslim törenleriyle yeni sahiplerine terk edeceklerini mi? Ya da diyelim ki bu sefer trafolara kedi sokulması önlendi ve Mansur Yavaş Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildi.
Ne olacağını sanıyoruz? Mansur Yavaş’ın “Saray”a davet edilip, “tamam, kazandınız, ama biliyorsunuz, son yasalarla Belediye Başkanlarının Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışması gerekiyor, bundan sonra birlikte çalışacağız, hayırlı olsun” denilip, masa altından atılacak tekmelerle Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Saray’dan baskılandığı ve pes ettirildiği bir “markaj” taktiğinin uygulanacağını mı? Ya da diyelim ki Ankara ve İstanbul Büyükşehir belediyeleri ile Bursa, Antalya, Adana, Denizli belediyeleri Millet İttifakı adayları tarafından kazanıldı.
Ne olacağını sanıyoruz? Erdoğan’ın Balkon’a çıkıp, “seçmenimizin mesajını aldık; ama biz 5 yıllığına seçilmiş bir iktidarız; önümüzdeki 4,5 yıl boyunca, muhalefetin elindekiler de içinde olmak üzere yeni belediye yönetimleri ile birlikte ülkemizin önündeki güçlüklere karşı mücadele edeceğiz; inanıyorum ki bu sürecin sonunda seçmenlerimizin kaygılarını giderecek bir sonuca ulaşacağız; bu nedenle seçilen yeni yönetimleri, yeni yönetim sistemimizle uyumlu çalışmaya davet ediyorum; bu uyumun oluşmaması onlar için üzücü sonuçlar yaratabilir” diyeceğini mi? Yerel yönetim iktidarlarının yerel seçim sandıklarında belirlenmesinden vazgeçileli oldukça uzun bir zaman geçti. Kürt illerinin belediye başkanlıklarına kayyumlar daha “başkanlık sistemine” geçilmeden önce atanmaya başlandı.
Ankara, İstanbul, Balıkesir, Bursa başta olmak üzere çoğu AKP’li çok sayıda belediye başkanı, 16 Nisan referandumunun ardından sarayın talimatıyla görevden alındı. 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimi Erdoğan (ve hınk deyicisi Bahçeli) tarafından, aynı zamanda bu “yerel yönetime el koyma yetkisinin” de bir referandumu olarak gözümüze sokuldu, sokuluyor. Yerel yönetimlerin seçilmiş yöneticilerinin Saray’ın hedefi haline geldikleri anda görevden alınması ve çoğunlukla tutuklanması için artık hazır bir adliye-polis-medya makinası da oluşturuldu. “Cumhurbaşkanlığı” sistemi denilen bu tek adam rejiminde iktidarları seçimle belirlenen özerk yerel yönetimlere yer bırakılmadığı besbelli değil mi?
31 Mart akşamından itibaren bu gerçeği yaşamaya başlayacağız. Yaşanmakta olan ekonomik ve politik iflas nedeniyle böylesi bir saldırganlığın iktidarın merkezinde parçalanma yaratacağı, bu nedenle iktidarın bu denli bir pervasızlığı göze alamayacağı ihtimali var mıdır? Bu ihtimal vardır ama bu ihtimali yaratacak olan ilişkiler düzlemi tabiatı itibariyle demokratik muhalefetin nufuz edebileceği bir düzlem değildir. Çünkü sözkonusu “iktidar merkezi”, kontrgerillanın yeniden inşaası için bir araya gelmiş bir koalisyon merkezidir. Saray’da harıl harıl, bu “merkez”in üzerinde ittifak edeceği bir “yerel seçim sonrası saldırı stratejisi” üzerinde çalışılmakta olduğunu gösteren deliller de her geçen gün çoğalmaktadır.
Doğrudur, Selahattin Demirtaş’ın söylediği gibi “yerel seçimde oylar faşizme karşı kullanılmalıdır”. Ama bu yeterli olmayacak. İktidar yenildiği/yenileceği bütün sandıkların üzerine oturmaya kalkışacağını ilan etti; ve bundan önce yitirdiği seçimlerde olduğu gibi, sandıkta çoğunluk sağlayan anti-faşist iradenin “ıslak imzalı tutanaklar”da bırakılıp gidilmesini bekliyor. Bir kez daha Türkiye’de faşizmin sandıktan çıkmadığını, sandığa gömülmekle de yenilmeyeceğini göreceğiz.