– Hanım yahu, uyku tutmuyor bir türlü; şu Madımak Oteli’ni yakma videosunu aç da biraz rahatlayalım. (Hanımefendi yataktan kalkarak bilgisayara yönelir; bir süre araştırır; sonra: )
– Bulamıyorum hayatım; Yeni Zelanda katliamı varmış olur mu?
– Yok, onu zaten bugün dev ekrandan gösterdik; yarınki mitingde de göstereceğiz.
Sen şimdi bak, DAİŞ kelle kesme sahnesi yaz youtubedan, o da iyi gelir uykudan önce …
Martin Scorsese ve Quentin Tarantino, filmleri kaçırılmaması gerekmekle birlikte kendilerine her daim bir kaygı notu ile yaklaşılması gereken yönetmenlerdir. Nedeni, filmlerinde grafik şiddetin pervasızca yer bulması. Şiddetin Hollywood’un bu seçkin ürünlerinde bu kadar açık temsili; bunların türevi yüzlerce ikinci/üçüncü kalite filmin her yıl sinema, video, kablolu TV ve günümüzde internet üzerinden piyasaya sürülmesi sonucunu da getiriyor. Böylelikle “estetize edilerek” kolay erişilebilir duruma gelen şiddet görüntülerinin şok edici, travmatik niteliği ortadan kalkıyor; “doğallaşmış” ve kanıksanmış hale geliyorlar. Bu nedenle birçok edebiyatçı ve sanatçı, şiddet anı yerine, öncesindeki gerilimi ve sonrasındaki yıkım, acı ve trajediyi anlatmayı tercih eder. Picasso’nun Guernica’sı, Zehra Doğan’ın Nusaybin’i gibi… Öte yandan çıplak şiddetin grafik temsili, travmanın kendisine sado-mazohist bir haz objesi niteliği kazandırma riski nedeniyle sorunludur.
Dehşet pornografisi, yatak odalarından dışarıya, miting alanlarındaki dev ekranlara taşındığına göre, kolektif bir patoloji ile karşı karşıya olduğumuzu kabullenmek gerekir. Semptomları her yerde sıklıkla daha fazla karşımıza çıktıkça şok edici etkisini yitiren sıradanlaşmış bir vaka. Öyle ki fanatik İslamcı Akit televizyonu, bir dönemin hak ihlallerini hatırlatma amacıyla oluşturulmuş işkence müzesinde ibret alınsın diye sergilenen darağacı önünden yayın yaparak, idam cezasının yeniden yasalaşması ve muhalefet partisi liderinin asılması gerektiğini belirtiyor. Acıyı paylaşarak hafifletme umudu taşıyan bir sergi, sado-mazohist arzunun dışavurumuna alet ediliyor.
Yetmiyor. Gallipoli’de can veren Yeni Zelanda ve Avustralyalı binlerce askerin anısına, cumhuriyet tarihinde ikinci kez üst düzeyden hakaret ediliyor. “Onları tabutlar içinde geri gönderdik” diyor çünkü Gallipoli sırtlarındaki Anzac şehitliklerinden bihaber. Orada, düştükleri topraklarda yatıyorlar ve üst perdeden hakarete uğruyorlar. İkinci kez dedim çünkü birinci üst düzey hakarete, Mehmed Akif’in ne yazık ki günümüzde okul çocuklarına ezberletilen ırkçı fikirlerinde rastlıyoruz: “Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk/Kimi Hindu, kimi Yamyam kimi bilmem ne bela”.
“Gallipoli”, 12 Eylül rejiminden günümüze sistematik biçimde pompalanan siyasal İslamcı ideoloji için giderek daha önemli bir malzeme haline geliyor. Boğaz harbi, “ermişler” ve İslamın şehitleri retoriği ile bir milli ve manevi anlatı olarak yeniden kurgulanıyor. Mehmed Akif’in ırkçı ve maneviyatçı söylemi, bu hedef yönünde zengin bir alet takımı sunuyor.
Akif’in anlatısında boğaz harbi, yedi düvelin Müslümanlığa karşı bir “haçlı seferi” olarak resmedilir ve zırhlı muhriplerinden top ve tüfeğine hatta kılık kıyafetine kadar bütünüyle Alman donanımlı Osmanlı ordusu üzerindeki Alman komuta ve hakimiyeti gizlenir. Akif, Teşkilatı Mahsusa ajanı olarak Berlin’de bir süre kalmış olup Alman devletinin talimatıyla bu gibi İslamcı ajitasyon metinleri kaleme almakla görevlidir. Ama yazdıklarında Almanlar yerine ilahi kuvvetler anılır ve Cihan Harbi’nin en trajik vakalarından biri “iman gücü” hamaseti içinde önümüze konur. Akif, bugün iktidarın tepesinden kolektif “yanlış bilinç” düzeyine doğru zerk edilen ırkçılığın ve siyasal İslamcılığın olduğu kadar, kolektif bir psişik sorun olarak “dehşet pornografisi”nin de babasıdır. Bugün çocuklarımıza ezberletilen şu laflar da ona ait çünkü: “Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.” Oysa bizim zamanımızda Adile Naşit teyze, güzel masallar anlatırdı “kuzucukarına” uykudan önce…
Katliamı öğrendiğimde hemen tek Yeni Zelandalı arkadaşımı arayarak üzüntülerimi bildirdim. Aldığım yanıt içinde bir cümle çok sarsıcıydı: “Türkiye’nin tavrı çok çirkin”. Türkiye’nin tavrı, çünkü sarayın icra ettiği her marifet toplum olarak hepimiz adına yapılmış sayılıyor, ne yazık ki; “Almanlar yenildiği için biz de mağlup sayıldık” misali…