Ahmet Tulgar-Pazartesi söyleşisi
Nesrin Nas, Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından. Çok uzun yıllardır siyasetin içinde olması, parti genel başkanlığı ve milletvekilliği gibi karar organlarında yer alması, sokaktaki siyasetten de uzak durmaması sonucunda iktisat bilgisini çözüm önerilerine ve politikaya çevirmesini iyi öğrenmiş biri. Türkiye ekonomik kriz ve yerel seçimleri bir arada ve yoğun bir biçimde konuşurken Nesrin Nas’a ekonomi ve siyaseti sorduk.
Almanca’da ‘sachlich’ diye bir sıfat vardır, nesnel olgu ve bilgilere dayanarak tartışan kişileri tarif etmek için. Bu sıfat sizin için kullanılabilir. İktisat bilginiz, siyasi deneyiminizle cevap vermeniz gerekse, nesnel bir Türkiye tanımını nasıl yaparsınız bugün?
Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Çok teşekkür ederim. Yapabildiğim ölçüde nesnel olgu ve bilgilere dayanarak tartışmaya çalışıyorum. Ancak son zamanlarda bunu pek başarabildiğim kanısında değilim. Ülkede hakim olan derin ayrışma ve kutuplaşmadan hepimiz payımızı alıyoruz. Türkiye’de siyaset, demokratik bir düzen kurmak için değil de, kaba bir güç mücadelesi olmaya devam ettiği sürece de ne yazık ki bu ayrışma sürecek. Olaylar olguları gölgelemeye devam edecek. Türkiye, artık bütünüyle hukuk ve normların dışında, boşlukta bir ülke. 2000 yılından sonra kapsayıcılığı adım adım genişleyen kurumsal yapı, bugün tamamen yok olmuş, demokrasiden elde sadece seçim kalmış ki, o da şeffaf, dürüst, eşit ve adil değil. Olağanüstü halin olağanlaştırılmasıyla, siyasi alanın tamamen yok edilmesi ve anayasasızlaştırma sürecinin tamamlanmasıyla yaratılan bu boşlukta yeni bir devlet kuruluyor. Aslında bu yeni devletin eski devletten pek bir farkı yok. Yine eski devlet gibi bir toplumsal sözleşmeyle sınırlanmamış, hukukun denetiminde olmayan, toplumun üzerinde, toplumu biçimlendiren ve iktidara, tehdit algısına göre dolduracağı geniş bir oyun alanı bırakan bir yeni devlet bu.
Bir iktisatçı olarak bir teşhis koyup bir siyasetçi olarak tedbirler alacak olsanız, teşhis ve tedbirlerinizi kamuoyuna ne şekilde açıklardınız?
Bir iktisatçı olarak teşhis koymakta zorlanmayacağımız bir durum var ortada. Tüm veriler açık seçik ekonomik krize işaret ediyor. İktidarın elindeki kaynakları bankalar aracılığıyla piyasalara boca etme, Merkez Bankası ve kamu kaynaklarını kullanarak faizleri ve dövizi baskılama, depo, market baskınları ve tanzim satışlar yoluyla fiyat artışlarını frenleyerek krizi ileri tarihe ötelemesinin sonucunda, Türkiye şu anda teknik olarak resesyonda görünmese dahi, resmen ‘slumpflasyon’da bir ekonomi. Yani hem ekonomi küçülüyor hem de enflasyon yukarı doğru tırmanıyor. Şu anda Türkiye, tarihinin en derin krizini yaşıyor. Elimizde sadece geri ödemekle yükümlü olduğumuz ağır bir borç yükü değil, aynı zamanda inşaat rantlarının yarattığı kara deliğin emerek yok ettiği çökmüş bir tarım, sanayi ve niteliksiz işgücü kaldı. Bir ekonomik krizle mücadele etmenin ilk adımı kriz olduğunu kabul etmektir ve bunu açıkça toplumla paylaşmaktır. İkinci adımı krize neden olan ekonomik ve siyasi kadroların değişimidir. Çünkü krizler nasıl başlarsa başlasın güven krizi olarak derinleşirler. Bu nedenle krizin yaratıcısı olanların krizi çözmesi neredeyse imkansızdır. Unutmayalım, krizlerin maliyetinin tamamı toplum tarafından ödenir. Toplum bu maliyetin hem eşit ve adil paylaştırıldığına, hem de fakirleşerek ödediği bedelin boşa gitmeyeceğine güven duymak ister. Krize yol açanların bu güveni geri kazanmaları neredeyse imkansız gibidir. Üçüncü adım ise krize yol açan koşulları değiştirecek kapsamlı ama gerçekçi bir ekonomik dönüşüm politikasını yapmak ve toplumun onayını almaktır. Ve en önemlisi sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak temel adımları atmaktır. Bu da ancak siyasi, idari ve ekonomik olarak yeniden yapılanmayla ve demokratik kurumların kapsayıcılığını artırmakla mümkün olur.
Ekonomik kriz geniş kesimlerin çekindiği gibi seçimden sonra ivme kazanacak mı? Hükümet bir seçim ekonomisi uyguluyor mu sizin gözlemlerinize göre?
Maalesef öyle görünüyor. Çünkü şu ana kadar seçimler nedeniyle uzun bir süredir krizi geleceğe taşıyarak yönetme anlayışıyla idare edildi. İflaslar ertelendi, faizlerin tepesine basıldı, baskı ve denetimler ve tanzim satışlarla fiyatlar baskılandı, Merkez Bankası sürekli kuru bastırmaya çalışıyor, bütçe harcamaları artıyor, büyümenin tek kaynağı kamu harcamaları. Krediler, kredi kartı borçları yeniden yapılandırılıyor, üst üste vergi afları vb. çıkarılıyor. Bunların hepsi yüzdürmedir. Ve eldeki kaynakların sonuna geliniyor. Hane halkı aşırı borçlu olduğu için tüketemiyor; sanayi yatırım ve ara malı üretemiyor ve dış kaynak bizim için çok maliyetli. Çünkü öngörülemez ve riski alınamaz bir Türkiye var artık. Kredi sigorta primleri batma seviyesi 300’ün çok üzerinde seyrediyor. Üstelik global piyasalarda da işler iyiye gitmiyor. Türkiye, rejim değişikliğine giderken aynı zamanda dış politikada da radikal bir hat değiştirme arefesinde bulunuyor. Batı ittifakından kopuyor. İçeride yeni kurmakta olduğu devletin ve rejimin dışlayıcı ve baskıcı milliyetçi-islamcı çizgisinde devam etmesi için Batı blokundan kopması kaçınılmaz zaten. Orada kaldığı sürece iktidar, kendini güvende hissetmeyecektir. Ancak Batı blokundan uzaklaştıkça ekonomik sorunlarını daha acısız atlatacak kaynaklardan da uzaklaşacaktır. Tüm bunlar seçim sonrası AKP-MHP iktidarının ve en fakirinden zenginine hepimizin gündemini belirleyecektir. Şayet seçimlerde iktidar arzuladığı sonuçları alamazsa o takdirde mevcut ekonomik krize siyasi kriz de eşlik edecektir. Ne var ki, Türkiye’nin bu boşluktaki halinin uzun sürmemesinin tek yolu da halkın oylarıyla iktidara “razı değilim” demesidir.
Hükümet bugün ekonomik ve siyasi krizi aşmak için pratik birkaç reform yapmaya razı olsa, en kolay uygulanabilecek, üzerinde en kolay uzlaşılabilecek neler önerirsiniz?
Krizin faturasının nasıl paylaştırılacağına bağlı. Bunu bir hastalığa benzetirsek, 2001 krizi kalp kriziydi. İki damarımız tıkalıydı: Kamu açıkları ve bankacılık. By-pass ameliyatı geçirdik. Diyet, spor ve yaşam biçimimizi değiştirecek AB reformları ile hızla iyileştik. Bu kez hasta ağır bir kanser hastası. Üstelik kanserli hücre metastaz da yapmış. Tüm tedavileri aynı anda uygulamak zorundayız. Kan değişecek, ilik nakli olacak ve yoğun bir kemoterapi görecek hasta. Üstelik seçimlere giderken piyasaları sakin tutmak için attıkları tüm adımlar hastalığı daha da ağırlaştırıyor ve hastalık sağlıklı hücrelere sirayet ediyor. Bu noktada belki acılı ama krizin süresini kısaltmak için IMF anlaşması ve AB ile ilişkileri kısmen onaracak demokratik reformlar ilk adım olabilir. Ne var ki, IMF anlaşmasını zor görüyorum.
İktidarın bu yerel seçimler öncesinde üslubunu iyice sertleştirmesinin sebebi nedir? Bu seçim niye bu kadar önemli oldu?
İktidarın bir hikayesi yok artık. Dış politikadan iç politikaya, ekonomiye kadar tüm politika araçlarını propaganda aracı haline getirmenin sonucunda elinde iktidarını sürdürmek dışında stratejik bir hedefi yok.
Sorunlar ağırlaştıkça, hem dışarıda hem içeride sıkışan ve bu sıkışmayı 17 yılda kendisi yaratan bir iktidarın tek önceliği artık kendi seçmenini konsolide etmek. Daha önce kendine oy vermeyenleri kazanmak gibi bir derdi yok. Yüzde 50+1’i aldığı sürece iktidarını koruyacağını düşünmektedir. Şu anda en önemli silahı iktidarı ve iktidarının kendisine kazandırdığı güçtür. Siyasi gerilimi yüksek tutarak, elindeki devlet imkanlarıyla muhalifleri sindirerek iktidarını uzun bir süre koruyacağının hesabını yapıyor muhtemelen.
Çünkü otoriter liderliğin sınırları yoktur ve elde ettikleriyle yetinmesi diye bir şey söz konusu değildir.
İktidarın bu sert üslubu toplumu nasıl etkiliyor?
Maalesef toplum içe doğru patlıyor. Tarihte büyük bir savaş ya da deprem gibi, uzun süren kuraklık gibi doğal felaket yaşamadan bir toplumun böyle içe doğru patlaması ya da çökmesi görülmüş bir şey değil. Bu nedenle Türkiye’yi hiçbir nesnel ölçütle değerlendirmek mümkün değil.
Siz yıllardır sivil toplum faaliyetleriyle siyasete muhalif bir müdahalede bulunmaya çalışıyorsunuz. Sivil toplum inisiyatiflerinin çağrı ve mesajlarının bu konjonktürde bir etkisi oluyor mu?
Bu süreçte giderek mevzi kaybetse ve ağır yaralar alsa da, sivil toplum inisiyatifleri temel hak ve özgürlük taleplerini hep diri tutarak, toplumun vicdanı olma işlevini yerine getirmeye çalışıyorlar. Bu anlamda ciddi yapıcı ve uyarıcı görevleri var. Bunu bazen kendi başlarına, bazen de siyasi partileri hareketlendirerek yapıyorlar. Böylesi bir hukuki boşlukta ve baskı karşısında sivil inisiyatiflerin varlığı korkunun aşılmasında ve iktidarın zorla rıza üretmesine yönelik itirazın örgütlenmesinde son derece önemli.
Topluma umut verecek bir şey söylemeniz gerekse ne dersiniz?
Yolumuz engebeli ve uzun. Yine de umutlu olmak için nedenlerimiz var. Bugün, çoğumuz “tüm bunlar nasıl oldu?” sorusunu sorup duruyoruz. Gördüklerimiz, tanık olduklarımız, duyduklarımız bize bu soruyu sorduruyor. Düşünülmeyeni görmek zordur ama tarih tam da bunun için vardır. Gerçeğe ulaşacak soruları bıkmadan usanmadan sormaya devam edersek, yalanların bizi biçimlendirmesine dur diyebiliriz. Bugün yaptıklarımızın da tarihin bir parçası olacağı bilinciyle, önce gerçekleri olduğu gibi görmek, zor da olsa kendimizle yüzleşmekten başka da çare yok. Geçmişi olduğu gibi görürsek, içindeki yerimizi, neyi değiştirebileceğimizi ve geleceği nasıl daha iyi yapabileceğimizi görürüz.
Erdoğan kendi seçmenine hapsedildi
Sizce bu süreçte muhalefet nasıl bir sınav veriyor?
Muhalefeti konuşurken, HDP’yi ayırmak istiyorum. HDP 2015’ten beri siyasi arenada istenmeyen, ancak varlığına katlanılan bir parti durumunda. Ağır bir saldırı altında. Eş genel başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, parti yöneticileri tutuklu. Muhalefetteki diğer partilerden bırakın destek görmeyi, yanında durulması dahi tehlikeli addedilen bir parti. Buna rağmen Türkiye’de rejimin değiştiğini ve bu seçimlerin referandum ile başlayan sürecin en önemli ayağı olduğunu kavrayan tek parti. Seçim sonrasında kazandığı belediyelerin elinden alınma ihtimali yüksek. Bunu biliyorlar ancak zorla rıza üretilemeyeceğini ortaya koymak ve çoğulcu demokratik bir Türkiye için bir direnme hattı oluşturmaya çalışıyorlar. CHP klasik bir devlet partisi görünümünü üzerinden zaman zaman atmaya çalışsa da, bunda pek başarılı olamıyor. İYİ Parti, bu seçimi varlık yokluk mücadelesi olarak görüyor ve iktidarın açtığı milliyetçi yoldan MHP’nin daha laik ve kentli ayağı olarak yer bulmaya çalışıyor. Ancak o da bu seçimleri yerelde iktidar olabilmenin ötesine taşımaya niyetli değil. Kaldı ki Kürt fobisi bu partinin merkeze yerleşmesinin en büyük engeli. Saadet Partisi ise AKP ile paylaştığı bir zeminde oturuyor ve AKP iktidar olmanın tüm avantajlarıyla kitlesini Saadet Partisi’nden uzak tutmayı başarıyor. Ancak özgürlük ve insan haklarına bakışı kapsayıcı olmaktan hayli uzak. Yine de bu seçimde, başta büyükşehir adayları olmak üzere, muhalefet Erdoğan’ı yalnızlaştırmayı ve hırçınlığını sebepsiz bırakmayı büyük ölçüde başardı. Polemiğe girecek bir rakip bulamayan Erdoğan’ın kızgın ve hırçın üslubu kendi seçmenine dahi itici gelmeye başladı. Aslında, muhalefet Erdoğan’ı kendi seçmenine hapsederek önemli bir politik alan açtı kendisine. Ne var ki, demokrasi, temel haklar ve adalet gibi temel önceliklerde ortaklaşarak bu alanı politikleştiremedi. En son ezan meselesinde de gördüğümüz gibi, hemen savunma hattına çekildi.