Oscar gündemi vesilesiyle ticari filmlerle ilgili çarpıcı bir istatistik sosyal medyada çok paylaşıldı. 1990’ların başından bugüne kadar En İyi Film dalında Akademi Ödülü alan filmlerin diyalogları incelenerek kadınlarla erkeklerin konuşma miktarları karşılaştırılmış ve şaşırtıcı olmayan bir sonuca ulaşılmış. Filmlerde neredeyse sadece erkekler konuşuyor! Benzer istatistikler daha önce de yapılmış, örneğin Pocahontas gibi ana kahramanı kadın olan Disney filmlerinde bile erkek karakterlerin daha fazla diyaloga sahip olduğu ortaya konmuştu.
Halbuki bize çocukluktan beri öğretilen popüler kültür klişelerinden biri, kadınların ‘çok konuşma’ özelliği değil miydi? Hollywood’un senaryo yazarlarına bakılırsa, hakikat bunun tam tersi: Asıl çenesi düşük olan erkek cinsiymiş! Benzer bir çalışma edebi eserler için de yapılsa ortaya nasıl bir sonuç çıkar, merak etmemek elde değil. Fakat zekadan çok göze hitap eden filmlerin egemenliğindeki sinemada kadınların daha fazla görünüp daha az konuşmasının tercih edildiği bir sır değil.
Filmleri şimdilik kenara bırakıp, sözlü-yazılı hikâyeler diyarında kadınların perde arkasından üstlendiği role bakalım azıcık. Tarih boyunca, kadınların sahiden -çok konuştuğu değil de- çok anlattığı iddia edilebilir. Ataerkil toplum yapısındaki rolü gereği çocuklarıyla daha çok zaman geçirmesi ve kolektif bilgiyi/görgüyü onlara aktarma işini üstlenmesi, kadınların iyi birer hikâye anlatıcısı olmasını sağlamış, sözlü kültür bu şekilde kuşaktan kuşağa onlar sayesinde aktarılagelmiştir. Bu genellemeyi, şu günlerde bir şekilde gündemimize girmiş olan iki çağdaş yazarı örnek vererek somutlaştırmak mümkün.
Geçen hafta ölüm yıldönümünde andığımız büyük usta Yaşar Kemal, daha Yaşar Kemal olmadan önce 1943’te yayımlanan “Ağıtlar” adlı derlemesinin ikinci baskısı için yazdığı önsözde onları nasıl derlediğini şöyle anlatır: “İlk ağıdı Medine Mustafanın karısı Kara Zeynep’ten aldım. Sonra Hasibe Hatuna gittim. O bir aşıktı da. Ondan da hem kendi, hem de başkalarının ağıtlarını yazdım. Toroslara Telli Hatuna gittim, kendi ağıtlarını, Avşar ağıtlarını derledim. […] Bölgede o kadar çok ağıt vardı ki, her kadın o kadar çok ağıt biliyordu ki, ben de kadınlardan ağıt derlemenin yolunu öylesine ustalıkla bulmuştum ki, ağıtlardan ciltlerle kitap yayınlayabilecektim.”
Mahmut Temizyürek’in geçenlerde Yeni Yaşam’da çıkan yazısında aktardığı şu cümleler de Kemal’e ait: “Bu anlatacaklarımı ben yaşamadım. Aileden, dahası da anamdan duyduklarımdır. Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. […] Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki Türkçesi kıttı. Belki Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl-ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımına hayrandım… beni büyülerdi.” (Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, Alain Bosquet, YKY.)
Şimdi başka bir büyük ustaya bağlanalım; Yaşar Kemal’in, ondan bir sene önce hayata veda eden Kolombiyalı kardeşi Gabriel García Márquez, Küba’daki sinema okulunda düzenlediği senaryo atölyesinde öğrencilerine annesini anlatıyor: “Formasyonuma başladığım hikâyelerimin yarısını annemden dinledim. Annem şu anda seksen yedi yaşında, ne edebi söylevlerden haberi var ne de anlatı tekniklerinden, böyle şeyleri hiç bilmez ama vurucu darbeyi hazırlamayı iyi bilir, giysisinin kolunda öyle bir as saklar ki, şapkadan mendiller ve tavşanlar çıkaran sihirbazdan çok daha iyidir. Bir keresinde bize bir şey anlattığını hatırlıyorum, anlattığı şeyle hiç ilgisi olmayan birinden söz etti, sonra heyecanlı hikâyesine devam etti, o kişiye de bir daha değinmedi, ama hikâyesinin sonuna yaklaştığında, paff! birden yine aynı kişi – teknik bir dille söylemem gerekirse hem de ilk planda- ortaya çıkmaz mı, herkesin ağzı açık kaldı. Kendime, annemin kimilerinin öğrenmeye bir ömür harcadığı bu tekniği nereden öğrendiğini sorup durdum.” (Notos Öykü, 51. sayı, çev: Pınar Savaş.)
“Anlatmak İçin Yaşamak” adlı otobiyografisinde “Mizacımın niteliğini ve düşünme tarzımı ailemdeki kadınlara borçlu olduğuma inanıyorum” diyen Márquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” için de şunları yazmıştı: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.”
Son alıntımız, Temizyürek’in başka bir yazısında Benjamin’den aktardığı bir cümle olsun: “Hikâyeyi yazıya geçirenler arasında en büyük olanlar, adı sanı bilinmeyen sayısız hikâyecinin anlattıklarına en sadık kalanlardır.” (Son Bakışta Aşk, Metis Yay.)
G. G. Márquez’in annesi Luisa Santiaga ‘Hatun’, anneannesi Doña Tranquilina ‘Hatun’, Y. Kemal’in annesi Nigar Hatun, Torosların ağıtçıları Kara Zeynep, Hasibe Hatun, Telli Hatun ve daha niceleri… Çağdaş edebiyatın, isimleri hiçbir kitabın kapağında gözükmeyecek olan isimsiz kahramanlarına selam olsun!