İstanbul Kürt Film Festivali Dargeçit’te kaybedilen 7 insanın hikayesinin anlatıldığı Veysi Altay’ın yönetmenliğini yaptığı Bîr belgeseli ile açıldı. Altay ailelerin verdiği mücadeleye dikkat çekerek, ‘Bu acı ve yas nasıl nesilden nesile sürdüyse mücadele de sürüyor’ dedi
Neğşirvan Güner/İstanbul
Mezopotamya Sinema girişimiyle 10 Mart’a kadar gerçekleştirilecek olan İstanbul Kürt Film Festivali, Harbiye’de bulunan Kenter Tiyatrosu Salonu’nda başladı. Festivale Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü ve HDP Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, HDK Eş Sözcüsü Sedat Şenoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, yazar Faik Bulut, İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin ve yüzlerce sanat takipçisi katıldı. İlhan Bakır’ın konuşmasından sonra MA Music Akademisinin dinletisine geçildi. Müzik dinletisinden sonra Veysi Altay’ın yönetmenliğini yaptığı Bîr (Kuyu) belgeselinin gösterimi yapıldı. Belgesel, 1995 yılında Dargeçit’te 4’ü çocuk 7 kişinin zorla kaybedilme olayını ve onların kemiklerine ulaşma mücadelesini anlatıyor. Yönetmen Altay ile belgeselin ortaya çıkış fikrini ve belgeselin hikayesini konuştuk. Uzun yıllardır kayıplarla iligili çalışma yürüttüğünü söyleyen Altay, daha önceki belgesel çalışmasının 32 yıl çocuğunu arayan Berfo Ana’nın hikayesi olduğunu belirtti.
Cizre’nin 90-95 yıllarını anlatan ‘Faili Devlet’ adında bir belgesel çektiğini sözlerine ekleyen Altay devamında şunları söylüyor: Bir kitap çalışmam da oldu, “Kaybolan Biz” ( 100 Fotoğraf 100 hikaye ) adında. Berfo Ana belgeselini çekerken o arada Dargeçit kayıpları diye adlandırılan bu hikayeye de başlamıştım. Çünkü uzun bir süre aileler ciddi anlamda mücadele ettiler. Hediye Anne sürekli Galatasaray Lisesi’ne geliyordu. Galatasaray Lisesi’nde hesap soran bir noktada çocuğunu ağrıyordu. Çünkü 1995 yıllarında çocuğu gözaltına alındığında diğer 6 arkadaşı ile birlikte Hediye Anne ve diğer aileler ciddi anlamda mücadele etmişlerdi.” Hikayenin kendisi için ilgi çekici olmasının bir nedenin de 7 kişi’nin aynı gün kaybedilmesi ve bunların 4’ünün 11 ve 14 yaşlarında çocuklar olması olduğunu belirttiyor Altay. Hikayenin aslında daha da geçmişe gittiğini ifade eden Altay, “Bunlar 1995 yılında 29 Ekim gecesi kaybedildi.
1991 yılında bu insanların büyük çoğunluğunun mensup olduğu Dilan Köyü yakılmıştı ve köy boşaltılmıştı. 93 yılında tekrar köyü yakıp uçaklarla bombalıyorlar. Köyde yaşayanlara koruculuk dayatılıyor. Köy halkı koruculuğu kabul etmeyince Dargeçit’e göç etmek zorunda bırakılıyor. Mardin Dargeçit’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu gün olan ve bayram olarak kutlanan 29 Ekim’de Kürdistan’da o 7 kişinin aileleri ve yaşamlarındaki herkesin hayatını zindana çeviren bir hikaye olması ilgimi çekti” dedi.
Kaybettirmenin bedeli
O dönem Dargeçit’e görev yapan sorumluların bir tanesi emekli olduktan sonra Demokrat Parti’den Bodrum Gümüşlük Belediye Başkanlığı yapan Mehmet Tire ( Daha sonra AKP’ye geçti) diğeri ise Hurşit İmren oda Sivas Çepni de belediye başkanlığı yaptı diyor Altay. Bu olayın sorumlularının bunlar olduğunu söyleyen Altay sözlerine şöyle devam ediyor: “Ailelerinde ciddi bir mücadelesi vardı. Çocukları kaybediltikten sonra ve İstanbul, farklı yerlerde, Mardin Dargeçit’te çok ciddi anlamda mücadele etmişlerdir.
Özellikle Seyhan Doğan’ın annesi Asiye Doğan 1996’da MeTV’ye katılıp benim oğlumu kaybettiler dedikten sonra 35 gün 40 gün işkencede işkence gören bir kadın daha sonra İstanbul’a göç etmek zorunda kalıyorlar. Galatasaray Lisesi’nde çocuklarını arayan annelere katılıyor. 4-5 yıl boyunca gerek Hediye Anne gerek Seyhan Doğan’ın annesi Hıznê Doğan ve diğer aileleri takip ettim. Onlarla röportaj yaptım birlikte çocuklarına aradıkları dağ başlarına gittik mağaralara gittik, kuyu başlarına gittik, o süreçte sürekli çekim yaptım ve en son 2018’de filmi bitirdik. Filmin hikayesi de böylece başlamış oldu.”
Bu bir cezalandırma yöntemi
Kaybetme olayının sadece Türkiye ve bölgede yaşanan bir mesele olmadığını söyleyen Altay “Faşist, diktatör ve ırkçı diyebileceğimiz birçok ülkede yaşanıyor. Sadece öleni cezalandırma durumu değil bu kalanları da cezalandırmak diyebiliriz. Şöyle diyebiliriz ya kaybedenle yakını kaybedilen insanlar bir şekilde arafta kalıyorlar ölüm ve yaşam arasında. Ne öle biliyorlar nede yaşayabiliyorlar. Yani ölenler kaybedilen insanlar ölmüyor kalanlar için, kalanlar ise sürekli onları gündemlerine aldıkları için, sürekli kemiklerin peşinde oldukları için, bir gün gelecek kaygısı ve umudu taşıdıkları için onlar da yaşamıyorlar. Hem kaybedilen hem de yakını kaybedilen insanlar ölüm ve yaşam arasında bir arafta kalıyorlar. Tabii ki bu kendisiyle ile birlikte çok büyük bir acı bırakıyor. Devletlerde, yassı süreklileştiren nesilden nesile aktaran bir cezalandırma yöntemi uyguluyor bu aileler için” dedi.
Kameramı mücadeleye…
Bu sürecin kendisi içinde zorlu bir yolculuk olduğunu söyleyen Altay, bir yönetmen olarak ya da sinemacı olarak ya da bunu belgeleyen bunun neresinden tuttuğun ve nasıl gördüğününde önemine vurgu yapıyor. Altay bu ailelerin direniş mücadelesine kamerasını çevirdiğini belirtirken sözlerine şöyle devam ediyor;” Bunların bu kısmını biraz daha ön plana çıkaran bir noktada duruyorum.
E tabii ki ben de bu filmi çekerken bu hikayenin bir parçası ve tarafı oldum. Ben ayrıca bu insanların yanında bir tarafım onlarla birlikte mücadele eden, kameramı onlarla birlikte kullanan, onların sesi olmaya çalışan bir noktada onların tarafı oldum. Tabii ki bu süreç biraz aslında alışılmış bir süreçte değildi bu dört beş yıllık süreç. Çünkü Türkiye’de örneği çok az olan bir olayda aslında 7 kişinin kaybedilmesi ve bunların 4’ünün çocuk olması ve sonrasında kaybedenlerin hepsinin kemiklerini bir şekilde bulunması” dedi. 2013 yılının Şubat ayında Seyhan Doğan ve Mehmet Emin Arslan’ın kemiklerini aileleri ile birlikte geçmişte JİTEM üssü olarak kullanılan bir köyde su kuyularında kendilerinin çıkardığını vurgulayan Altay, “ Kendi ellerimizle kazıyarak kemikleri çıkardık. Bir yıl sonrasında yine çocuk olan Davut Altınkaynak ile arkadaşının kemiklerini bir mağarada bulduk. Abdurrahman Coşkun ile Abdurrahman Olcay’ın kemiklerini gözaltına alındıkları yerden 250 kilometre uzakta Nusaybin’in bir köyünde başka bir kuyuda bulduk. Bu çocukların kimliklerini insanların kemiklerini bulduk ve bunların hepsine şahit olduk hepsinin görüntülerini çektim” dedi.
‘Benim için müjde olacak’
Hediye Anne’nin 20 yıldır oğlunun kemiklerini aradığını söyleyen Altay, kemiklerin bulunduğunu ama Hediye Anne’ye haber verilemedinin altını çiziyor. Altay, kemiklerin verilip, verilmeyeceğinin net olmamasından kaynaklı, Hediye Anne’ye haberi Adli Tıbb’tan gelen geldikten sonra verebildiklerini söylüyor. Hediye Anne’ye oğlunun kemiklerini bulunduğunu söylenmesi durumunda yerinde durmayacağını belirtten Altay, “ Netleşene ve kemiklerin verileceği zamana kadar kimse Hediye Anne’ye bir şey söyleyemedi. Sonra savcılık kemiklerin Abdurrahman Coşkun’a ait olduğuna anlaşıldıktan sonra Hediye Anne’nin oğlu beni aradı ve Nusaybin’e gelmemi istedi. Hediye Anne o sıralar Nusabin’deydi. Haber ettiler oğlu ısrar etti Nusaybin’e gitmem için benim Hediye Anne’ye haber vermemi istedi. Nusaybin’e gittim haberi Hediye Anne’ye vermeye. Daha öncede çok konuşmuştuk Hediye Anne ile hatta bazen provokatif sorular soruyordum, “oğlum kemikleri niye bu kadar arıyorsun ne yapacaksın işte bulsan ne olacak “ gibi sorular sormuştum. O da “benim için müjde olacak” demişti. Düşünün bir coğrafyada yaşıyorsunuz ve kendi çocuğunuz gözünüzün önünde kaybediliyor, katlediliyor. Ve onun kemiklerini bulmak bir anne için “ müjde” olabiliyor. Aslında bu vahşetin bütününü anlatan bir durum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürtlere yaklaşımınında somut bir özeti. Ama maalesef ki Hediye Anne “bana büyük bir müjde verdiniz” diye karşılamıştı” dedi.
Leyla Güven’in eylemi selamlandı
Festivalin açılış konuşmasını sinemacı İlhan Bakır yaptı. Toplum olarak zor bir süreçten geçildiğinin altını çizen Bakır, “Toplum olarak adeta bir cenderenin içindeyiz. İnsanların yüzündeki gülümseyişlerin silindiği bir süreç. Bir toplum eğer gülümsemesini yitirmişse o toplum artık yaşanmaz hale gelmiştir. Charlie Chaplin ‘kahkahasız geçirilen gün, gün değildir’ der. O yüzden kahkaha veya gülmek devrimci bir eylemdir deriz. Çünkü yüzümüzdeki mimikler toplumun yansımasıdır” dedi. Gösterimden sonra belgesele konu olan Doğan ailesi ve diğer kişilerin adına Hüsniye Baykara kısa bir açıklama yaptı. Baykara, Kürt aileleri olarak her zaman acı içinde olduklarını söyleyerek, 121 gündür açlık grevinde olan Leyla Güven’in açlık grevi eylemini selamladı.
‘Kürdistan’ı filmde gördük’
Son olarak konuşan Eren Keskin ise, şunları ifade etti: “Bu günlerde ülkeyi yönetenler diyor ya Kürdistan yok, Kürdistan’ı isteyenler Kuzey Irak’a gitsinler. İşte Kürdistan’ı bu filmde gördük. Kürdistan da tam içimizdedir. 1915 soykırımdan bu yana muhaliflere yönelik yok etme politikalarını uyguluyor. Dargeçit kayıpları faili meçhul kayıplara çok önemli bir örnektir. Kürdistan’da toplu mezarların yerlerini aslında halk biliyor. Biz bu dosyada o kadar çok uğraştık ki mezarı açmak için, yıllarca kabul etmediler. Sonunda genç bir savcı nasıl olduysa mezarların açılmasına izin verdi. Mezarın açılması çok acıklı bir kazançtır. Gözaltında kaybedilenlerin yakınları kemiklere de ulaşamıyor.”
‘Bu kuyular dipsiz değil’
Bu kuyuların dipsiz olmadığını söyleyen Altay, ailerin kayıpları için çok iyi bir mücadele verdiğini söylüyor. Devletin aileleri sınırsız bir yas içine sokmaya çalışmasına karşı, aileler bunun hesabını sormak için sınırsız ve dipsiz bir mücadele verdiklerini belirttiyor. Altay, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’ni mücadelesini örnek göstererek, “Bu acı nasıl yas nasıl nesilden nesile sürdüyse mücadele de nesilden nesile sürüyor” dedi.
Festivalde bugün ne var?
Saat 13.00’da Dilan Engin’in ‘Prenses Model’ ile Ann Sophie Persson’un ‘Gazîn’ filmleri. Saat 17.00’da Ruken Tekeş’in ‘Çember’, Elif Yiğit’in ‘Sınırsız Oyunlar’, Özge Astan’ın ‘Tebeşir’, Nalin Acar ve Adar Taş’ın ‘Sıradan bir Gün’ ve Rezzan Bayram’ın ‘Pencere’ filmleri gösterilecek. Saat 19.30’da Hussein Hasan’ın ‘Reşeba’ filmi gösterilecek.