Açlık grevinde dördüncü ayını tamamlamaya yürüyen Leyla Güven, eylemini tecride karşı bir başkaldırı olarak açıklamıştı. Vurguladığı örnek ise İmralı Adası’nda hükümlü Abdullah Öcalan’a uygulanan mutlak yalıtma politikasıydı. Bilindiği gibi Öcalan, çözüm sürecinin AKP hükümetleri tarafından yok edildiği günden bu yana, çok uzun bir süredir, her mahkûmun anayasal hakkı olan avukatlarıyla, ailesiyle görüşme olanağından mahrum bırakıldı.
Açlık grevinin bir aşamasında, ailesinden iki kişiyle görüşmesine izin verilmesi, bu tecridin kalktığı anlamına asla gelmiyor.
Öncelikle belirtmek gerekir, tecrit ağır bir insan hakkı ihlalidir. Hapis cezası zaten esas olarak mahkûmu toplumdan yalıtmak, insanlarla temasını engellemek üzerine bina edilmişken, bu kez bunu daha da ağırlaştırmak, olması gereken rutin avukat görüşmelerini engellemek, ziyaretleri yasaklamak olağan bir tasarruf değil, ağır işkenceye dönüşür.
Leyla Güven açlık grevi eylemine başvurarak tam da bunlara dikkat çekmek istemiştir.
Gelinen noktada, sistem şimdi de Leyla Güven’i ve eylemini görmezden gelerek uyguladığı izolasyonu daha da pekiştirmek derdinde. Bu gerçeklik ise hem ülkede hem de ülke dışında destek amaçlı yeni açlık grevlerine yol açtı.
Geçtiğimiz hafta içinde açlık grevi eylemi yapanların sayısı 320 olarak bildirilmişti. Bugün bu sayı yeni katılımlarla çok daha yüksek bir noktaya çıkmış görünüyor. Bunun anlamı ise dayanışmanın yaygınlaştığı, direnişin derinleştiği şeklinde okunmalı.
Sözün, çığlığın, feryadın duyulmadığı, sağır duvarlara çarpıp sönümlendiği ortamlarda doğdu açlık grevi eylemi. Kimilerinin bir intihar şekli sayarak küçümsediği bu eylem tarzı, tam da tersini, direniş için bedenini ortaya koymayı ifade ediyor. Her türlü baskı yöntemine meydan okuyan bir eylem şeklidir açlık grevleri. Eylemciyi değil muhatabını çaresiz bırakır. Bu sözlerden asla ölümü yüceltmek gibi bir anlam çıkarmamalı. Nazım Hikmet’in “Düşmana inat, bir gün fazla yaşamak” dizelerini unutmadık henüz.
Bu direniş karşısında çaresiz kalanların daha önceki tutumlarını da unutmuş değiliz. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün baş sorumlusu olduğu ‘hayata dönüş operasyonu’ bir katliama dönüşmüş, 30 mahkûm ve jandarmanın vurduğu iki asker yaşamını yitirmişti.
Öte yandan kuşatılmış, adalet kavramını yitirmiş yargısı, ele geçirilmiş medyası ile, açlık sınırının altında kalan asgari ücreti, kısılmış sanayi üretimi, tükenmiş tarımı ve tökezlemiş ekonomisi ile, sendikal örgütlenmesi engellenmiş emekçi yığınları ile koskoca bir memleket tecrit koşullarında yaşıyor. Söz tecrit altında, eylem tecrit altında, düşünce tecrit altında, emeğin hakkı, emekçinin isyanı ve öfkesi tecrit altında…
Fazlası da var: Köyler, kasabalar, kentler tecrit altında. Sokaklar, mahalleler, meydanlar tecrit altında. “Nasıl?” diye mi sordunuz? Sokakta bir basın açıklaması yapmaya yeltenin de görün. Hatta hatta binaların içi, evlerin odaları tecrit altında. Ankara’da tartışan bir baba ve kızı, karşılıklı olarak birbirleri hakkında ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla savcılara ihbarda bulunmuşlar.
Güvenlik kaygısı her türlü iletişimi, insanların telefon konuşmalarını izlemekle yetinmemiş olacak ki, her türlü ihbara itibar edilen bir cadı kazanını da fokur fokur kaynatıyor.
Fizik biliminin kanıtlanmış kuralıdır: Baskı basınç oluşturur, ölçüsüz baskı ise infilak. İnsan ister istemez düşünüyor. Yarın öbür gün bir infilak yaşanırsa, ‘Sen bunu önceden bilmiştin, dolayısı ile bu infilaktan sen sorumlusun’ diye suçlanır mıyım diye. Malum, Ahmet Altan bu mantıkla cezaevinde… Dilimizde de yılların deneyimi ile üretilmiş bir özdeyiş var: “Görünen köy kılavuz istemez.” Mesele o köyü kimilerinin daha erkenden görmesinde.
Yazının girişindeki uyarıyı bir kez daha anımsatalım. Açlık grevleri bir intihar yöntemi değil, ağır baskının biriktirdiği basıncın bir çıkış yolu aramasıdır. Mesele ölümü kutsamak değil, dayatılana boyun eğmemek, bu yolda ölümden de korkmamak. Postundan daha değerli bir şeyi olmayanların anlayacağı bir mesele değil bu.