Küreselleşme, uluslararası ve bölgesel entegrasyonlar, dış ticarette serbestleşme, yeni oluşan pazarlar ve paylaşım mücadeleleri, kapitalist emperyalist sistemin kriz periyotlarını daraltıyor. Özellikle sistemin bir parçası ve geri birer uzantıları olan ülkelerde ekonomik ve sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Bu bağlamda bütçesi açık vermekten kurtulamayan, dış borçları devamlı yükselen, parasının değeri düşen ve cari açıkları bir türlü kapatılamayan Türkiye’de krizlerin toplumsal hayata etkisi çok ağır ve çok yönlü oluyor. Son 40 yılda 10 büyük kriz yaşayan Türkiye’nin her kriz dönemi siyasal çalkantılar ve kemer sıkma politikaları ile aşılmaya çalışılıyor.
Her kriz, işçi sınıfı ve diğer emekçiler için daha fazla sömürü, baskı, zulüm ve yoksulluk demektir. Kriz dönemlerinde patronlar iki işi birden yapıyor. Bir yandan işçileri işten çıkarıyor, ücretsiz izinlere başvuruyor, ücretlerde düşüşler yapıyor ve işçileri sefalete sürüklüyor. Bir yandan da vergi indirimi, prim affı, ucuz kredi, emekçilerin birikimlerine (işsizlik fonu, kıdem tazminatları) göz dikerek yeni taleplerde bulunduğu devletten istediği her desteği alıyor.
Siyasal iktidarlar, yeni istikrar tedbirleriyle emperyalizmin ve onunla işbirliği halindeki tekelci sermayenin çıkarlarını gözetiyor. Grev yasakları, lokavt uygulamaları, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlanması gibi hak gasplarıyla krizin faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkıyor. İktidarın desteğine yaslanan tekelci sermaye krizi fırsata çevirerek daha fazla sömürü ve kâr hırsıyla haksız ticari vurgunlar yapıyor. Buna karşı işçi sınıfı ve diğer emekçilerin ekonomik krizi fırsata dönüştürmesi, yani, sınıf dayanışmasını ve sisteme karşı mücadelesini yükseltmesi baskı ve terörle ezilmeye çalışılıyor.
Kriz dönemlerinde siyasal gerçeklerin açıklanarak sistemin teşhir edilmesi ve sınıf mücadelesini yükseltilmesi önem kazanıyor. Ancak kapitalist burjuvazi ve egemenlerin hukuku ve fiili engelleriyle yüz yüze gelen işçi sınıfı ve emekçiler, sol ve sosyalist hareketten gerekli desteği görmüyor. Oysa kriz koşulları, kapitalizme ve emperyalizme karşı devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yeni olanaklar ve mücadele biçimleri yaratıyor. Özellikle kitlelerin politikaya duyarlı olduğu ve her partinin kendi söylemiyle siyaset yaptığı yerel seçim koşulları, sistem karşıtı mücadele için yeni propaganda ve ajitasyon imkanları oluşturuyor.
Solda var olan soyut bir antiemperyalizm söylemi, ulusal, sınıfsal, cinsel ve inançsal farklılıkların doğru bir şekilde algılanmasını engelliyor. Emperyalizme karşı olmanın aynı zamanda kapitalizme, sömürgeciliğe, şovenizme, faşizme ve siyasal İslam’a karşı olmak anlamına geldiği gerçeği bilince çıkarılamıyor. Herkesin kendi anlayışına göre tanım yaptığı soyut bir faşizm söylemi de, ilkeli ve tutarlı ortak mücadele platformları kurulmasını zorlaştırıyor. Neredeyse tüm egemen sınıf ve düzen partilerinin faşist olarak nitelendirilmesi, mızrağın ucunun kime doğrultulacağını belirsiz hale getiriyor.
Sınıf mücadelesi perspektifi ile emekçilerden yana bir direniş hattının kurulabilmesi için işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin somut taleplerine karşı devrimci duyarlılık gösterilmesi bir yana, kitlesel bir mücadele için birleşebilecek bütün güçlerin tek bir kulvara yığılması gereklidir. Bu nedenle emperyalizme ve faşizme karşı tutarlı ve ilkeli mücadele için eski söylemler ve taktikler değil, somut şartların somut tahlili yöntemi geçerli olmalıdır. Bu bakımdan sistem karşıtlığı mücadelesinde statükonun yerine neyin konulacağı ve bunun için bütünlüklü bir mücadele anlayışı önemlidir.
Siyasette bir şeyin doğru tanımı, doğru çağrışım ve doğru mücadelenin yolunu gösterir. Kapitalizme karşı devrimci mücadele kendiliğinden ve kişisel iradelerle yükselmez. Öncelikle sisteme karşı gelişen sınıf ve kitle hareketlerine bilinçli ifadeler vermek gerekir. Bunun ilk koşulu ise sınıf ve kitle hareketinin gücüne, dinamizmine ve yaratıcılığına güvenmektir. Özgür ve demokratik bir toplumsal dönüşüm için gerekli olan devrimci ve demokratik mücadele ancak bu bilinçle yükseltilebilir.