1997 yılında yapılması kararlaştırılan bu baraj, dünya literatürüne girmiş ilk güvenlik barajıdır. Onun gibi 10 baraj daha süreçle beraber karar altına alınmıştır. İran, Irak ve Suriye sınırlarını su göletleriyle kapatma üzerine planlanmıştır. Elbette bu barajlar Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) 50 yıllık politikalarının ürünü olup, Devlet Su İşleri (DSİ) eliyle güvenlikçi bir anlayışla yapılmaktadır.
Bu güvenlikçi politikaların son ayağı da Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olarak gündemde uzun süre kaldı ve devam eden büyük tahribatlara gebe bir projedir. Toplumlar tarihinin mihenk taşı niteliğindeki antik kentlerde; su altında bırakılarak yok sayma yöntemi uzun süredir kullanılmaktadır. Atatürk Barajı ile Newala Çorê, Batman Barajı ile Çemî Hola, Silvan Barajı ile Geliyê Godernê ve Ilısu Barajı ile Heskif. Tüm bu alanların ortak özellikleri bilinenin aksine, resmi paradigmada yazılanın aksine neolitik dönemin tarımla başlamadığı ve tarım yapmaktan dolayı yerleşik yaşama geçmediğinin belgesi ve kanıtlayıcısıdır.
Ortalama 12.000 yıl önce ve daha da eskiye giden bu yerleşim yerlerindeki buluntuların incelenmesi sonucunda, buralarda yerleşik yaşama tarımdan önce geçtikleri ve sonrasında tarım yaptıklarının kanıtlarıyla doludur. Baraj suları altında kalan yaşam alanlarından göç etmek zorunda bırakılan yüzbinlerce insan; tarihsel, toplumsal hafızanın yok edilmesi, kültür, kimlik ve doğal yaşam alanlarından kopartılarak özsavunmasız bırakılarak sisteme entegrasyonu sağlanmaya çalışılmıştır. Yüzbinleri bulan insan, yüzlerce su canlısı, onları bulan endemik türlerin yok edilmesine rağmen barajın yapımına aralıksız devam edilmiştir.
Oluşan sosyolojik, ekonomik, psikolojik, doğal ve kültürel tahribatların kısa bir sürede etkisini göstereceği bilinmelidir. İnsan, insan dışı canlılar, mikroorganizmalar ve bitkiler sistem eliyle yok edilmeye çalışılmaktadır. En önemli sorunlardan biri endemik olan, sadece o yörede o iklim ve coğrafik koşullarda yaşayan türler yok edilme tehlikesi altındadır. Bu nedenle bu türler uluslararası yasalarla koruma altına alınır. Ilısu Barajı ile sayısı onları bulan endemik türler yok olacak söylemi, ne merkezi hükümetin ne UNESCO’nun ne de AİHM’in umurundadır.
Bu konudaki açıklamaları ve yaklaşımları samimiyetten uzaktır. Yaklaşık 20 yıllık; hak, doğa, tarih ve kültür ve ekoloji savunucuları tarafından direnişlere sahne olan Hasankeyf’in korunması çalışmaları merkezi iktidarca da kabul görmemiştir. Yetmez gibi kentin ve tarihi eserlerin taşınması iyi bir şeymiş gibi anlatılmıştır. UNESCO’nun bütün kriterlerini taşımasına rağmen bir türlü Kültür Bakanlığı’nca başvurusu yapılmamıştır.
Dünyaca bilinmesine rağmen UNESCO da kör, sağır ve dilsizi oynayarak görmemezlikten gelmiş, sahipsiz bırakmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 13 yıl önce bireysel olarak yapılan başvuruların yetkisizlik bahanesi ile davanın reddi; tarih, kültür, doğa ve temelde ekolojik tahribatların kabulü ve legalleştirilmesidir, tarihe düşmüş bir kara lekedir.
Cizre ve Roboski katliamlarını evrak eksikliği gibi samimiyetsiz yaklaşımlarla iptal eden AİHM yok hükmünde olmayı kabul etmiştir. Kapitalizmin yeşil yüzü olan bu sivil toplum kuruluşlarından olduğunu bir daha kanıtlarcasına aldığı bu karar, kabul edilir nitelikte değildir. Toplum, kadın ve doğa üzerindeki sömürüyü meşrulaştırmak ve metalaştırılmasında kolaylaştırıcı rolü oynamaktadır. Hak savunuculuğu yaptığını iddia ediyorsa, bunun gereğini yerine getirmesi gerekmektedir.