Öteki, biz olmayanın kişiselleştirilmiş halinin mesafeli tarifidir. Bu, en somutlaşmış şekilde ‘biz’ olmayanın kişileştirilmesi olan ‘öteki’ birçok nitelendirmeyi de bünyesinde barındırır. Bu soyut nitelendirmelerin sonuçlarının incelenmesi sosyal bilimlerin birçok disiplinin alanına konu olmuş ve halen araştırma alanlarından biridir. Nitekim ötekinin aidiyet ve kimliğine ilişkin birçok yorum ve tarif ortaya çıkmıştır.
Sosyolojiden, felsefeye, psikolojiden, edebiyata, toplumsal cinsiyetten siyaset bilimine kadar birçok çalışma ‘öteki’nin kurgulanışı ve anlamına odaklanmıştır. Öteki kavramı birçok kapının kilidini açacak sihirli bir anahtar işlevine sahiptir. Bu nedenle ötekinin sosyal psikolojik algısını anlamak önemlidir, zira üretim ilişkilerinden milliyetçiliğe, toplumsal cinsiyetten psikolojiye kadar birçok çalışmanın yolu ‘öteki’den geçer.
Oysaki öteki bir sosyal kimlik değildir, çünkü öteki mefhumu ötekinin tarifi üzerinden oluşan soyut bir yeni bir meta-anlatımdır. Bu yeni “Metaanlatıları” ve bireyselleştirilmiş inançların kaybı, geleneksel kimlik önemini de değiştirdi. Belki de buradaki meta-anlatılarını salt dünyamızın iç bağlamlarının çöküşü olarak değil, aynı zamanda yerleşik kimliksel varlıkların da sonu olarak anlamak gerekir. Çünkü yerleşik kimliklerin yerine ikame edilen birey, kendi anlam sisteminin kurucusu değildir ve hiçbir şekilde geleneksel yerleşik kimlik anlamında simgesellik de içermiyor. Buna karşı köklü bir itiraz olarak 68 hareketinin fikirsel ardılı olarak 1973 yılına Peter L. Berger, Brigitte Berger ve Hansfried Kellner’in kaleminden çıkan “The Homeless Mind” (Evsiz Zihin) adlı kitap, Batı medeniyetinin iksiri olarak sunulan kimlik ve onun modernite kurgusunu akademik bağlamda ciddi bir huzursuzluğa sürüklemişti. Bu huzursuzluk ne medeniyetin ne de kültürel olana dairdi, birebir kapitalist sistemin eleştirisiydi. O günden sonra kimlik ve o kümeye bağlı konularda sayısızca çalışma yapıldı ve makaleler yazıldı.
O güne kadar kendi etkin varlığını ve toplumsal meşrutiyetini modern birey kimliği ve yeni aidiyet mecrası üzerinden tekrardan konsolide etmeye çalışan kapitalizm yeni bir çağın ruhu olan post modern döneme ilk adımlarını atıyordu. Savaş sonrası yıkıntıların arasında ortaya çıkan toplumsal muhalefet, öğrenci ve barış hareketleri kapitalist sistemi kimlikler konusunda da yeni arayışlara sürükledi ve bu bağlamda bireysel kimliklerin yanı sıra üst ve alt kimlikler mefhumu ortaya çıkmaya başladı. Bu kimliklerin inşa süreçlerin temel dayanakları hiç şüphesiz ulus devlet kurgusuydu.
O tek bir ulusun kimlik hegemonyasına dayalı ortaya çıkan ulus devlet cihazı, diğer bütün kesimleri ya alt kimlik veya ötekiler olarak kategorize etti. Bu aynı zamanda sosyal sınıflar arasındaki makasın daha da açılmasına hizmet etti. Dolayısıyla sermayenin yeni bir örgütleme biçimi olarak ortaya çıkan ulus devlet kurgusu kimlikleri üzerinde de derin bir tahakküm kurdu.
Çıkış noktası örgütlü sosyal ve sınıfsal kimliklerin önüne geçmek ve toplumu daha küçük toplumsal ve sosyal gözeneklere ayırıp aygıtsal kontrolü sağlamaktı ve bunu iki kutuplu dünyada kusursuz bir şekilde gerçekleştirdi. Kapitalist modernitenin toplumsal kurgusu olarak ortaya çıkan bu yeni kimlik olgusu zamanla öteki olarak bildiğimiz kimliksel mefhuma doğru evrildi. Berger ve Kellner’in 70’li yıllarda geliştirmeye çalıştıkları savın esas ekseni buna dair bir itiraz çabasıydı. İlk defa o yıllarda modernitenin yeni kimlik kurgusu ve inşa etmeye çalıştığı bireysellik, kimlik mefhumunun tekinsizliğine dair olgusal ölçülerle vurgu yapıldı. Bu aynı zamanda ötekinin kimliğine dair de tartışmaların ipuçlarını taşıyordu.
Böylelikle postmodern çağın girişiyle beraber yeni kimlik tartışmalarında alevlendiği bir dönem şekillendi. Dolayısıyla bugün yükselişte olan sağ, ırkçı ve faşizan siyasi akımların temel özellikleri ve küresel bir veba gibi her yeri sarmalamış olmalarının esas sebebi ‘öteki’nin iflah olmaz varlığıdır. Çünkü kapitalist modernite, dünyaya yönelik salt bilişsel bir tutum değil, aynı zamanda müdahaleci bir projedir. Onun için kendi düşünsel kurgusuna göre kendi tasarımı biçimlendiriyor, kasıtlı bir forma dönüştürerek kontrol ediyor, kısıtlıyor ve gerektiğinde sınırlandırıyor. Buradaki söz konusu tasarım ‘ötede duranın” kendisinden olmadığını göstermek ve ona göre onunla mesafeli bir ilişki kurmaktır. Bu ilişkinin özü her zaman “kendinden olmayanı” kendisiyle eşit görmemek, belirli haklardan mahrum bırakmak ve hatta “insan gibi” görmemek. Kendi çoğunluğu içinde sürekli “potansiyel düşman” olarak göstermek, kendisine yakınsa farklılığını görmezden gelerek “makbul intibasını” yaratıp ötekileştirmektir. Zora düştüğünde “sözde kardeş” ilan edip makbul intibasını oluşturmaktır öteki olmanın en iyi hali. Kızgın zamanlardaysa ötekinin halis hali düpedüz “bölücü, hain, kötü, terörist ve düşmandır”. Bu kavram üzerinde kusursuz bir şekilde ötekileştirilen topluluk bugün Kürtlerdir.
Türkiye’deki gündelik ötekileştirme söylemlerinin başında baskın Türklük söylemi gelmektedir. Yüz yıla yakın bir süredir yoğun bir Türkifikasyon etrafında kurulmuş bu söylemler, Türk ulus kimliği içinde olmayanların ötekileştirilmesinin en önemli göstergeleridir. Bu ötekileştirme anlayışı, “tek dil, tek millet ve tek devlet” retoriği etrafında, kolektif sembolleri tekleştiren bir anlayıştır. Dolayısıyla Türkiye siyasetini domine eden hemen hemen bütün aktörler bu ötekileştirici çizgiyi sürdürmüşlerdir. Çünkü bu çizgi, ötekinin inşasında temel bir ayrım çizgisi olagelmiştir. Bu olgusal hakikat her zaman bilinçli bir tercih ve söylem olmuştur ama hiçbir zaman bu denli yıkıcı ve derin olmamıştır.
Bugün gelinen noktada “biz ve ötekiler” aslında mevcut iktidarın “biz ve yüzde elli” olarak evirildiği gün gibi ortadadır. İnsanlığın başlangıcından bu güne kadar yaptığı gibi hep birlikte 31 Mart’ta bir adım öne çıkarak bu ötekileştirme efsanesini yerle bir etmenin zamanının geldiğini idrak etmek lazım. Sokrates’in ünlü savunmasında (Apologia) buyurduğu gibi: “Atinalılar! Beni suçlayanların sizin üzerinizdeki tesirini biliyorum…” dediği gibi. O ölüme yürürken ötekileştirildiğinin farkındaydı, bizim bugün farkında olduğumuz gibi.