“Don Kişot bir hayalperest, bir idealist ve bir romantiktir. Hakikatin sınırlarını kabul etmemeye kararlı bir şekilde, her bir tersliğe rağmen bizler gibi ilerlemeye devam eder.”
1 FİLM 1 YÖNETMEN Çeviri: Tolga Er
Bu sözler “12 Maymun” (Twelve Monkeys), “Brezilya” (Brazil) ve “Kutsal Kadeh” (Monty Python and the Holy Grail) filmleriyle tanıdığımız yönetmen Terry Gilliam’ın “Don Kişot’u Öldüren Adam” (The Man Who Killed Don Quixote) isimli son filmine dair demecinden. Bu açıklamanın izini sürmek için ise çeyrek asırdan da önceye, 1989 yılına gitmek gerekir. Bunun nedeni ise geçtiğimiz sene vizyona giren “Don Kişot’u Öldüren Adam”ın ilk kez 80’lerin sonunda kurgulanması.
Filmin yapım süreci
Her şey Terry Gilliam’ın, Miguel de Cervantes’e ait “Don Kişot” isimli kitabı beyaz perdeye uyarlamayı düşünmesiyle başlar. Ancak Gilliam, bu düşüncedeyken ilk modern roman olarak kabul edilen bu yapıtı henüz okumamıştır. Okuduğunda ise bu kadar uzun ve kapsamlı bir hikayeyi filme nasıl uyarlayabileceğini bilemez. Ama imdadına “Brezilya”nın senaristlerinden Charles McKeown yetişir.
İkisi, Don Kişot’a dair bir film yazmaya işte böyle başlar. Bu aynı zamanda yıllarca sürecek bir aksilikler dizisinin başlangıcıdır. Filmin yapım sürecinde kimi zaman yapımcılar bütçeyi fesheder, bazen oyuncular hastalanır, bazı zamanlarda da film çekimine ara vermeye neden olacak uçak sesleri duyulur.
Bir gün baktıklarında ise fırtınayı tepelerinde bulurlar. Öyle ki rüzgar çevrenin görüntüsünü bile başkalaştırır, tepeler yer değiştirir. Hatta Gilliam bu aksilikler serisini “F-16’lar yoksa yıldırım var” sözleriyle anlatır. Gilliam bu süre içerisinde aklındaki diğer fikirleri beyaz perdeye taşırken, bu filmden ortaya çıkan ilk eser, belki de tarihin en uzun fragmanı olur.
Filmin bir türlü nihayete erdirilememesi, “Lost in La Mancha” isimli belgesele konu olur. Film yıldan yıla ertelenmekle kalmaz, oyuncu kadrosu da değişir devamlı. Don Kişot’un, seyisi Sancho Panza olarak gördüğü Toby Grisoni’yi önce Johnny Depp oynayacaktır. Fakat onun yerini sonradan Ewan McGregor alır. Yıllar birbirini izler ve Gilliam’ın ilk Don Kişot olarak belirlediği Jean Rochefort 2017 yılında, 87 yaşındayken hayatını kaybeder. Film de sonunda, bu ölümün bir yıl ardından Jonathan Pryce (Don Kişot) ve Adam Driver (Toby Grisoni) ikilisiyle nihayete erer.
Yaratıcılığın keyfi
Acımasız bir oligark, ırkçı bir yapımcı ve eski aşkların işe karıştığı, gerçekle hayalin, geçmişle günümüzün buluştuğu çağdaş bir Don Quixote hikayesi olan film, bir kurtuluşu ifade eder yönetmen Gilliam için. Öyle ki Gilliam, Yunan mitolojisindeki Sisifos misali bir kayayı yıllarca doruğa yuvarladığı bu sürecin sonu için “Harika bir şekilde özgürüm artık” der. “Don Kişot’u Öldüren Adam”, yapımındaki sürece benzer bir şekilde bazı noktalarda izleyiciyi belirsizlik içinde bırakmasına rağmen hakikat ve dönem fantezisi arasındaki sınırları flulaştırarak temellerinde yaratıcılığın yattığı keyifli bir eserdir. Aşağıdaki söyleşide yönetmen Terry Gilliam, filmin çetrefilli yapım sürecine değiniyor ve bu sürecin filme yansımalarını anlatıyor.
Bu filmi beyaz perdeye taşımak için daha basit ve sorunlardan uzak bir yol tercih edemezdiniz herhalde, öyle değil mi?
İşte, sorun da bu; Kişot’u çekerseniz Kişot gibi davranılmasını beklersiniz (gülüyor). Kitap her şeyiyle çile veya en azından çileye karşı kazanılan zafer hakkında. O yüzden bana kalırsa her şey mükemmel bir şekilde sonuçlandı. Zihnimin açılması çok sonraları gerçekleşti, çünkü (filmi) göstermeye yeni başlamıştım. Arkadaşlara gösterdim ve onlar kendi arkadaşlarını getirdi ve işe yaradığını o zaman anladım. Kendi hükmüme güvenmiyorum. “Evet, bunu başardık” dediğiniz bir an elbet vardır.
Sonra, birkaç hafta önce, Fransız basınına gösterdik ve onlar da aynı şeyleri yineledi. İnsanlar çıkarken çıkış anketi yapıldı ve yüzde 95’in filme bayıldığını söyleyebilirim. Filmden nefret eden her zaman bir kişi vardır ki, bu da aslında iyidir, çünkü şöyle düşünürsünüz: “Tamamdır, daha tam anlamıyla batırmadık.” Fakat filmin sonunda insanların ağladığını gördüğümde bir şeyler başardığımızı anladım. “Lost in La Mancha” filmiyle birlikte bu proje aslında çekilen en iyi filmlerden birine hayat vermiş oldu. Bu, her ne kadar film yapımında yaşanan felaketler hakkında bir belgesel olsa da öyle. Kesinlikle yapılan en uzun süreli fragmanlardan biri (gülüyor).
Karşımıza çıkan film kendinin farkında; açılıştaki başlık çekimdeki zorluklara işaret ediyor ve film, bir yönetmenin Don Kişot ile mücadelesi hakkında. Bunun ne kadarı bu zorluklar nedeniyle ortaya çıktı?
Bence biraz değişti. Ancak daha iyiye doğru değişti. En ilginci de buydu; filmi bugünkü haline, daha iyi bir hale getiren bu çeyrek asırlık sürecin tamamı. En büyük değişiklik ise Toby’nin kafasına darbe alması ve filmin 17. yüzyılda sona ermemesi oldu. Bunu her şeyi modern tutmak için yaptık. Bunun bir kısmı pratik nedenlerden ötürü; tüm telefon hatlarını ve uydu çanaklarını boyamadığınızda daha ucuza geliyor.
İzlediğiniz mantık dışı bu yolda bu filmin ne kadarı kendinize yönelik bir terapi?
(Gülüyor) Bir anlamda kendim için her zaman yeniymiş gibi denedim. Önceden denediğimiz aynı eski şeyleri tekrar tekrar yapmak çok yorucu. Şöyle düşünerek beynimi kandırıyordum; “Ah, işte yeni ve taze. 25 yıldır yaptığımız aynı şey değil.” Filmin başına o başlığı koymak zorundaydım. Bu benim yıllar üzerinde durduğum bir projeydi. Bu süreçte başka filmler yaptım, çünkü bu durum o kadar sinirimi bozuyordu ki pes ediyordum ve başka bir şey yapıyordum. Fakat ardından filmi bitiriyorsunuz ve tamamladığınız filmin doğumu sonrasındaki depresyonu atlatıyorsunuz ve uzaklarda karşınızda duran bir Kişot şöyle diyor: “Peki ya ben ne olacağım?” Yıllar içerisinde kaç yapımcı değiştiğini bilmiyorum bile ve asıl ilginç olanı, öne çıkan yapımcıların tamamı Kişot kadar deliydi. Fantezi tutkunu olan onlardı, ben değil. Ben Sancho Panza’yım, ben realist olanım. Fakat zorluklar o kadar meşhur hale geldi ki, her biri bana şöyle düşünerek geldi: “En iyisi olduğumu dünyaya gösterecek olan benim.” Nihayet Paulo (Branco), bunu dünyaya gösterme konusunda harikulade bir iş çıkardı (gülüyor).
*Joe Utichi’nin Terry Gilliam ile 18 Mayıs 2018’de Deadline’da yayınlanan röportajından yararlanılmıştır.