‘Saçlarım tutuşur canım yanar kavrulur
Beni bombalar öldürmez bu sessizlik öldürür’
Uludere’de 35 can, hem de bir çoğu çocuk denecek yaşta bombalarla öldürülmüşlerdi. Ve bir çığlık yükseldi sessizliğe karşı. Bugün yine bir sessizlik ortamında gözlerimiz önünde sevgili Leyla Güven gün be gün eriyor. O beden ki barış ve özgürlük için yanıp tututaşan bir beden. Gözünü kırpmadan Kürt halkının önderi Öcalan’a uygulanan insanlık dışı tecride karşı bedenini açlığa yatıran Güven’e 300’ü aşkın tutukluda katıldı. Leyla Güven ve diğer eylemciler eylemlerinde kararlı ve geri adım atmıyorlar, asla atmayacaklarını belirtiyorlar. Uludere için yakılan ağıt artık Leyla Güven ve arkadaşları için de geçerli, ‘açlık değil sessizlik öldürür’…
Ne zaman sessziliğe gömülsek birçok değerimizi elimizden alıp götürüyorlar. Önceki gün idam fermanı verilmiş olan Hasankeyf için AİHM, bizi ilgilendiren bir durum yok dedi. Evet onları değil ama insanlığı çok yakından ilgilendiren bir durum var. İnsanlık hafızası 12 bin yıllık geçmişi bir avuç para babasının cebi dolsun diye suya gömülürken, AİHM’den bir beklentimiz zaten yoktu. Verdikleri kararların Türkiye’de uygulanmadığını sevgili Demirtaş örneğinde zaten yaşadık ve gördük. Hasankeyf’i öldüren de işte bu yaşanan sessizlik değil mi?
Leyla Güven sadece Kürt halkının bir evladı değil, aynı zamanda insanlık dışı uygulamalara karşı kararlı bir biçimde direnen bir kadın o! İşte bu nedenle sessizlik öldürür derken bu sesin sadece Kürt halkından gelmesini beklemek doğru mu? Hasankeyf içinde hep Kürtlerden ses beklendi. Oysa yok edilen bir insanlık mirasıydı. Leyla Güven de bir insan olduğumuzu hatırlayıp ses vermemiz gereken bir eylemde ve yine belirtmek gerekirse o insan haklarının uygulanması talebinden başkaca bir talepte bulunmadı. Oysa insan haklarına duyarlı olabilmek için sadece insan olmak yeterli değil mi?
Ortadoğu’da ve Türkiye’de farklı amaçlarla da olsa tarihi alanlar ya yok edildi ya da sulara gömüldü. Hak isteyen, özgürlük isteyen halklar ya katledildi ya da baskılar altında köleleştirilmek istendi. Türkiye’yi, Amerika’yı, AB’yi ve tüm müttefiklerini, İran, Irak, Suriye ve Arap devletlerini, Mısır’ı, cihatçıları ve bunlara eklenecek onlarcasını, bilinen ve bilinmeyen tüm kültürel mirasa verdikleri zararlardan ötürü suçlanması gerektiğini unutmamamız gerekiyor. Ancak Uludere’de, Sur’da, Kobani’de yaşananlar ise asla unutulamaz. Bir insanı tecrit altında, koca bir adada tek başına, yüzlerce asker ve gardiyanın bekçiliği altında tutmak hangi korkunun ürünü olabilir? Niçin bu korku? Oysa o insanla devletin organize ettiği bir barış görüşmesi yaşandı.
Bu görüşmeler Türkiye’de yaşayan tüm halklarda barış içinde yaşanabilecek bir geleceğe karşı duyulan özlemi yarattı. Hemen herkes bu süreci destekledi. Bu görüşmelerde tutulan tutanaklar kitap halinde yayımlandı. Ve Öcalan’ın şahsında öyle anlaşılamayacak ya da agresif, saldırgan bir kişiliği bizler görmedik. Yazdığı kitaplarda insanlık çizgisini aşan bir yorum da okumadık. Aksine tüm canlılara karşı duyarlılığını gördük. Ekosistemle insanlığın kardeşçe bir yaşam çizgisinde buluşması gerektiğini yazılarında okuduk. Petrolün halklara sadece esaret getirdiğini, asıl olanın suyun ve toprağın etrafında ortadoğu halklarının birleşmeleri gerektiğini söyleyen sözlerini okuduk. Peki niçin bu korku, bu yasak?
Bu soruları kendime de soruyorum elbette, ancak sorulara bir yanıt ararken Hasankeyf de geliyor aklıma. Ve benzer soruları yine soruyorum. Diyorum ki 12 bin yıllık tarih nasıl suya gömülebilir. Böyle bir şeyi yapabilmek için nasıl bir insan ya da nasıl bir duygu içinde olunabilir diye soruyorum kendime. O kadar çok şey soruyorum ki bu kalpler nasıl taşlaşır? Yoksa bu kalpler doğuştan mı taştı diye saçma sorular bile düşüyor aklıma. Önceki gün Dünya Ana Dil Günü’ydü. İnsanların anadillerini bilmeleri ve bu dille eğitim alıp bu dille düşünmelerinin de bir insan hakkı olduğunu hatırladım ve kendime soru sormayı bıraktım.
Artık soru sorma zamanını çoktan geçtiğimizi farkettim. Allianoi antik kenti Yortanlı Barajı’nın suları altında kaldı, 2300 yıllık Zeugma antik kentinin yüzde 90’ı suya gömüldü ve şimdi sıra 12 bin yıllık insanlık tarihinin suya gömülmesine şahitlik etmeye geldi. Diğer taraftan sevgili Leyla Güven’i ve 300 arkadaşının eriyen bedenleri aklımdan çıkmıyor…. Oysa sessizlik öldürür ve bu sessizlik sadece sessiz kalanı değil hepimizi yani insanlığımızı öldürür. Ölen bedenlerimiz olmasa da insanlığımız artık ölmüş demektir ve bu durumda ne çocuklarımızın, ne analarımızın, ne doğanın, ne de tarihin artık bir geleceği kalmaz. Çünkü artık köleliğe hazır birer canlı halini alırız ki bu ölümlerin en beteri…