Bölge kentlerinde HDP’yi destekleyeceklerini açıklayan Erkan Baş, batıda ise daha hassas bir pozisyon izleyeceklerini söyledi.
31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere katılan siyasi partiler, belirledikleri aday listelerini seçim kurullarına teslim etti. Geçici aday listeleri 22 Şubat’ta, kesin aday listeleri 3 Mart’ta ilan edilecek. Bu süreç devam ederken, meydan ve sokaklardaki seçim hareketliliği de giderek artmaya başladı. Seçim gündemi adayların mesajları ile ısınırken Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, yapılacak seçimlere ilişkin Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
31 Mart yerel seçimlerine iki aydan az bir zaman kaldı. Mevcut siyasi atmosferi gözönüne aldığımızda Türkiye hangi koşullarda seçime gidiyor?
AKP-Saray rejimi olarak adlandırdığımız bir kurumsallaşma sürecinin içindeyiz. Bu rejimin karakteristik özelliği de iktidar karşıtı olan tüm toplumsal kuvvetlerin iktidar tarafından düşmanlaştırılması, düşman hukukuna tabi tutulması. Bir önceki seçimde Afrin operasyonu üzerinden yaratmaya çalıştıkları o şoven dalgayı bu sefer de dış müdahale yapabilecek gücü, iradeyi kendilerinden bulamamaktan kaynaklı olsa gerek içeride yükseltmeye çalışıyorlar. Yine aynı eksende milliyetçi, şoven histeriyi yaygınlaştırılmaya çalışıyorlar. Özgün bir deneyim yaşadığımızın kanaatindeyim.
Nasıl bir özgün bir deneyim bu?
17 yıldır elindeki her türlü olanağa rağmen, şiddet ve baskı ile birlikte hukukun bir sopaya dönüştürüldüğü, sayısız gözaltı ve tutuklamalara, her türlü baskıya rağmen iktidara teslim olmayan çok büyük bir toplumsal güç var Türkiye’de. Bu bence bizler açısından büyük bir şans. Dünya tarihinde bile özgün bir deneyim bu. Bu kadar uzun süredir, bu kadar büyük bir kuvvetle halka saldıran bir iktidara karşı toplumun çok geniş ve farklı kesimleri teslim olmamak noktasında bir irade geliştiriyorlar. Bunun bizim için bir avantaj olduğunu düşünüyorum.
Yerel seçimler, bu durumu kazanıma dönüştürecek bir sonuç doğurabilir mi?
Yerel seçimler esasında bu potansiyelin, bu birikimin, enerjinin açığa çıkacağı, yaygınlaşacağı ve bir umudun kapısını zorlayacağı bir mücadele alanı olacak. Seçimlerle birlikte her şeyin başlayıp biteceği gibi bir inanç içerisinde hiçbir zaman olmadık. Ama genel olarak süren siyasi mücadelenin bir zemini, bir yansıma alanı olarak bakmak gerekiyor
31 Mart’ta AKP’nin kaybetmesi ile nasıl bir siyasi atmosferin ortaya çıkması muhtemel?
AKP-MHP faşist bloğunun yenilgiye uğraması, geriletilmesi, elindeki mevzileri kaybetmesi, muhalefet açısından yeni mevziler kazanılması olumlu sonuçlar doğuracaktır. En azından yeni mücadele evresine daha moralli, inançlı ve kararlı girmek anlamında kıymetlidir.
31 Mart itibariyle bir son ya da bambaşka bir yeni başlangıç olacağını düşünmüyorum. Biraz 24 Haziran sonrası oluşan tablonun yeni bir etabı şekillenecek. Ama kuşkusuz AKP-MHP faşist bloğunun yenilgiye uğraması, geriletilmesi, elindeki mevzileri kaybetmesi, muhalefet açısından yeni mevziler kazanılması olumlu sonuçlar doğuracaktır. En azından yeni mücadele evresine daha moralli, inançlı ve kararlı girmek anlamında kıymetlidir. Daha önceki seçim dönemlerine baktığımızda aslında bu açıdan muhalefetin 7 Haziran seçimleri dışında seçimin ertesi gününe, daha yüksek bir moralle, enerji ve kararlılıkla girdiği pek az örnek yaşadığımızı görüyoruz. 31 Mart’ın bu açıdan bir 7 Haziran benzeri sonuç vermesi olasılık dahilindedir.
Seçmenlerde nasıl bir eğilim gözlemliyorsunuz?
AKP-MHP faşist bloğuna karşı ilginç biçimde çok farklı eğilimlerden bir yan yana geliş, bir AKP-MHP’nin geriletme iradesi güç kazanmış durumda. Bunun kıymetli olduğunu ve hepimiz açısından bir sorumluluk anlamına geldiğini düşünüyorum. Biraz bunu kuvvetlendirmek, büyütmek odaklı bakmak gerekiyor.
Yerel seçimlerde bölge kentlerinde HDP’yi destekleyeceğinizi açıkladınız. Bu anlamda nasıl bir katkı sunacaksınız, nasıl bir çalışma yürüteceksiniz?
TİP’in 31 Mart seçimlerine antidemokratik bir yaklaşımla sokulmadığını söylemek gerekiyor. Ama seçime girmiyor olmak, seçim mücadelesine dahil olmamak anlamına gelmiyor. Dolayısıyla seçimde olacağız. Genel bakışımız 31 Mart seçimlerinde AKP-MHP faşist bloğunun hayatın her alanında geriletilmesi. Mahalle muhtarlıklarından büyükşehir belediye başkanlığına kadar her düzeyde ellerinde bir mevzi varsa bunun koparılıp alınması, bugüne kadar kazanamadıkları mevzilerde bir kez daha ve daha ağır yenilgiler tattırılması bizim açımızdan bu seçimin en kritik noktası. Bu eksende de özellikle kayyum atanan yerlerde sürdürülecek mücadelenin son derece önemli olduğunu değerlendirdik. Buradan hareketle kayyum olan her yerde halkın iradesinin bir kez daha tecelli etmesi noktasında HDP’yi kayıtsız, şartsız desteklemek doğrultusunda bir karar almış durumdayız.
Bu kapsamda hem bölgedeki arkadaşlarımız hem gerek parlamento grubunda hem de gerek Türkiye’nin değişik yerlerinde çalışan arkadaşlarımız kayyum bölgelerindeki seçim çalışmalarında talep oldukça, ihtiyaç oldukça destek vermek üzere hareket edecekler.
Peki batıda nasıl bir strateji izleyeceksiniz?
Batıda da ortaya çıkan olanaklar varsa bunları kuvvetlendirmek, bunlara destek vermek konusunda bir tereddütümüz yok. Yalnız aynı zamanda bir siyasal zihniyet mücadelesi var. AKP-MHP zihniyetini devam ettirme iradesinin ortaya çıktığı noktalar varsa, kuşkusuz buralarda daha hassas pozisyon alacağız. Bu faaliyetlerin bir parçası olmayacağız. Ama ilerici, halkçı, kamucu, gençlerin, kadınların çıkarlarını gözeten, yerel yönetim anlayışlarını savunan belediye başkan adaylarının partimizle ilişkilerinden bağımsız olarak desteklenmesi gerektiğine kanaat getirdik.
Desteklediğiniz bağımsız adaylar var mı?
Birkaç küçük ilçede ortaya çıkan olanaklar, bağımsız adaylarla seçime girmeyi önümüze bir seçenek olarak getirdi. Bir takım bağımsız adayları desteklemek de bizim açımızdan da bir strateji. Bunlardan biri Ardahan’ın Damal ilçesinde genç bir belediye başkan adayı partimiz tarafından desteklenecek. Umarım Damal’da yeni bir belediyecilik örneğinin ilk neticesini 31 Mart itibariyle almaya başlayacağız.
HDP’nin AKP-MHP bloğunu geriletmek adına batıda üç büyük kentte aday çıkarmama stratejisi çokça tartışıldı. Destekleyenlerde oldu, eleştirenlerde… Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada bir sorumluluk var. Türkiye siyasetinde eşine az rastlanır bir sorumluluktur bu. Seçimde herhangi bir iddiası olmayan politik güçlerin bile aday çıkarttığı tablolarla karşılaştık. Seçime girme hakkı olup, seçime girmemesine rağmen seçimde pozisyon almak zor bir şeydir. Ama bunun kendimizle ilgili değil de, Türkiye’nin, bölgenin içinde bulunduğu durumla ilgili boyutuna dikkat çekmek gerekiyor. Gerekirse geçici olarak kendini bir iki adım geri çekerek toplumun, halkın ihtiyaçlarına, beklentilerine uygun bir tutum almak, devrimci bir siyaset açısından sorumluluk göstergesidir. Buna saygı duymak gerektiği kanaatindeyim.
Yerel seçim tartışmaları ağırlıklı olarak partiler arası ittifaklar ve aday tartışmaları üzerinden yürüdü. Bir de seçim güvenliği konusu var. Eşit ve özgür koşullarda bir seçime gidilmediği ortada. Muhalefet seçimi kazanma iddiasını ortaya koyarken bu durumu gözönünde bulunduruyor mu?
Binali Yıldırım’ın adaylığını ilan ettiği gün, aslında Türkiye’deki tüm muhalefet güçlerinin ayağa kalkması gerekiyordu. Sembolik bir şey. Gereğinden fazla önem atfettiğimi düşünmüyorum. Binali Yıldırım açıkça Anayasaya aykırı biçimde aday oldu ve seçim çalışmaları yürüttü. TİP dışında Binali Yıldırım’ın istifa etmesi konusunda ısrarlı bir ses çıkmadı. Ben bunun muhalefet açısından bir yanlış strateji olduğunu düşünüyorum. Sonuç itibariyle de haklı çıkmış olduk ve Binali Yıldırım o hukuksuzluğu sonuna kadar devam ettiremedi.
Daha sonra seçmen yazımlarında usulsüzlükler başladı, adaylara dönük baskılarla devam etti. Ve sanıyorum 31 Mart’a kadar AKP esas olarak seçimi toplumun gücünü alarak değil de çeşitli hilelerle, elindeki devlet olanaklarını kullanarak kazanmayı düşünüyor. Başka bir yolu yok. Muhalefetin de bu konuda özel bir hassasiyet geliştirmesi şart. Parlamentodan baktığımızda HDP’ye dönük baskılar, engellemeler sanki sadece devletin HDP üzerindeki baskısıymış gibi algılanıyor. Bu konuda da HDP dışındaki muhalefet güçlerini ciddi şekilde uyarmak gerekiyor. HDP’yi düşmanlaştıran politikalar sadece HDP’yi ya da sadece Kürt halkını hedef almıyor. Türkiye’de yaşayan ve bu iktidara teslim olmayan herkes aslında HDP üzerinden hizaya getirilmek isteniyor. Bizim bu oyunu da bozmamız gerekiyor. Burada da HDP dışındaki muhalefet güçlerinin HDP’nin uğradığı haksızlıklar karşısında sessiz kalmaması gerekiyor. HDP 6 buçuk milyon insanın oyunu almış, gerçek bir toplumsal, siyasal kuvvetin temsilcisi. İçişleri Bakanı’nın tek işi HDP’yle ilgilenmek olmuş.
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin sonlanması talebileyle başlattığı açlık grevi 106’ıncı gününe girdi. Güven’in eylemi ve talebini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de hukukun bir bütün olarak askıya alındığını söylersek abartmamış oluruz. Sonuçta eğer bu ülke, bir hukuk devletiyse ve insanlar hukuk önünde eşit ise, herkesin tanımlanmış haklarından faydalanması gerekiyor. Burada özel bir hukuk uygulamasının olduğu açık. Yıllardır süren açık bir tecrit var. Buna karşı Leyla Güven’in ayrıca bir önemi var. Hakkari halkının çok yüksek oyuyla iradesini temsil etmek üzere görevlendirdiği bir siyasetçi olarak Leyla Güven’in aldığı tutumu anlamak gerekiyor. Bu sese kulakların tıkanması mümkün değil. Mesele açık aslında. Ya Türkiye’de savaşın, şiddetin, kanın, gözyaşının artmasını isteyeceksiniz ya da bunun karşısında sesinizi yükselteceksiniz. Keşke barış için mücadele etmek zorunda kalmasak, keşke kan akmasın diye bağırmak zorunda olmasak. Ama siyasi dengeler bugün tam tersine dönmüş durumda. En insani taleplerimiz için bile mücadele etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla açlık grevlerine bir bütün olarak son derece insani, demokratik bir talebi başka türlü ifade edemediği, başka türlü sesini duyuramadığı için insanların bedenini ölüme yatırması eylemi olarak algılıyorum.
Seslerini duyurabilmek için Leyla Güven ve Kürt siyasi tutsakları, avukat Selçuk Kozağaçlı, başka bir yol bulamadıkları için açlık grevleriyle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bu aslında dışarıda olanların -daha büyük bir cezaevinde yaşayan bizlerin- sorumluluğunu arttıran bir durum.
Arkadaşlarımız cezaevlerinden iktidara seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Öbür taraftan da toplumsal muhalefet güçlerine bir çağrıda bulunuyorlar. Türkiye’nin eşitlik, özgürlük, barış adalet ve kardeşlik mücadelesine daha güçlü bir katılım çağrısı yapıyorlar. Hepimiz bu durumda elimizden daha fazlasını yapmak durumunda olduğumuz bir evredeyiz. Özellikle açlık grevlerinin artık kritik sayılan günlere ulaştığı bir noktada, zaman kaybetme şansımız yok. Son derece makul ve basit bir biçimde hayata geçirilebilecek bu taleplerin karşılanması için arkadaşlarımızın mücadelesine güç vermek onların sesine ses katmak görevimizdir.