Akademik bir disiplin olarak tarih bilimi en genel kabulü ile insanlığın geçmişini irdeler. Ne var ki bu genel kabulün önemli başvuru kaynağı büyük çoğunlukla muktedirlerin, egemenlerin siparişle yazdırdığı mersiyelerden oluşmaktadır. Bunlara vakanüvislerin, seyyahların kayda geçirdiği bilgileri de ekleyerek oluşturulan bilgi havuzunda insanlığın tarihini tanımlamak kolay olmuyor. Bu durumu ünlü tiyatro düşünürü Bertolt Brecht oldukça anlamlı bir soru ile gündeme getirir. “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde?… Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?… Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer dillere destan olmuş koca Bizans’ta?… Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? E bir aşçı olsun yok muydu yanında? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kim zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. Ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana, ve bir sürü soru.”
Tarih biliminin gelişiminde insanların düşünce yapılarındaki değişim belirleyici olmuştur. Günümüzde, arşiv kayıtlarındaki resmi mühürlü belgelerden başka kuş tanımayan tutucu anlayış lime lime dağılıyor. Hrant Dink’in katıldığı bir TV programında, adının önünde akademik sıfatlar olan bir tarihçinin durup durup “Hani bunun belgesi” diye sorgulamasına cevaben Dink, “Her Ermeni ailesi bir belgedir” demişti.
Bütün bir halkın iliklerine kadar işlemiş tarihsel yaşanmışlığı belge noksanlığına dayanarak inkâr etmeye yeltenenlere verilebilecek en anlamlı cevaptı bu.
Günümüz tarihçiliği artık kralların, imparatorların savaş hikâyelerini konu aldığı zaman, sıradan bir neferin, orduda patates ayıklayan bir aşçı yamağının evine yazdığı mektubu çok daha değerli bir belge olarak değerlendiriyor. Bir anlamda madunların tarihi, yaldızlı ciltlere konu edinen anlatıların üzerinde bir değer, bir anlam ifade ediyor.
Bugün Suriye’de neler olup bittiğini Astana veya Soçi görüşmelerinin tutanaklarından değil, ülkesini, toprağını savunan bir özgürlük savaşçısının koynunda taşıdığı günlükten okuyarak değerlendirmek, bizi su içer gibi yalan söyleyebilen ülke liderlerinin sözlerinden daha fazla gerçekle buluşturacak.
Bu yeni tarih anlayışında öne çıkan kavramlardan biri de ‘mikro tarih’ sözcüğü ile tanımlanıyor. Çok geniş coğrafi alanlarda yaşanan egemenlik mücadelesini toptancı bir anlatıyla ve bolca hamaset sosuyla tatlandıran anlayışın alternatifi tek bir kentin, kasabanın, hatta köyün yaşadıklarının incelenmesi oluşturuyor. Meseleleri bu ölçekte değerlendirmek çok daha somut ve insan odaklı bir tarih öğrenimine yol açıyor zira.
Bu hafta tarih konusu hakkında düşünmeme 11 Şubat’ta kaybettiğimiz çağdaş tarihçi Anahid Der Minasyan’ın ölüm haberi sebep oldu. Aile kökleri Muş’a uzanan Der Minasyan, 1929 yılında Paris’te doğmuştu. Ağırlıklı olarak yakın geçmişi inceledi. Eserlerinin bir kısmı İletişim ve Aras yayınevleri tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Mete Tunçay’ın çevirdiği çalışmasında 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan bir zaman diliminde Ermeni siyasi partilerinin kuruluş süreci, ideolojik yapıları, onları hazırlayan sosyoekonomik ve politik ortam, bugünü de anlamlandırmamıza ışık tutacak bir perspektif sunuyor.
Anahid DerMinasyan’ın tarih öğreniminin Sorbonne Üniversitesi’nden çok daha erken, henüz çocukluk yıllarında, ev içinde başladığını söylemek mümkün. Anneannesi Gülizar, 1880’li yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun süreli bir hukuk mücadelesinin öznesi olmuştu. Devletin suçlarına, kıyımlarına göz yumduğu aşiret reisi Musa Beg, Bölgenin nüfuzlu ailelerinden Res Miro’nun evini basmış, 14 yaşındaki kızı Gülizar’ı, dengbejlerin ifadesi ile ‘Gülo’yu kaçırmıştı. Ancak ailesinin kadınları bu zorbalığa karşı direnerek bir anlamda Gülizar’ın namusuna bekçilik ettiler. Bunun üzerine Musa Beg kaçırdığı kadını kardeşine eş yapmak istemiş, ama bunu da başaramamıştı. Sonraki yıllarda dedesi olacak dönemin Muş milletvekili Keğam Der Garabedyan, İstanbul’da yürüttüğü hukuk mücadelesi ile Gülizar’ı kapatıldığı evden kurtardığı gibi, Musa Beg’in de hapsedilmesini sağlamıştı. Annesi Armenuhi Kevonyan ise anne ve babasının adalet mücadelesini, seslendirdiği Ermenice Muş türküleri ile Fransa’ya taşımıştı.
Böyle bir arka plana sahip olan tarihçiden günümüze kalan ise, zengin külliyatının yanı sıra Musa Beg’in anneannesini kapattığı evde, o evin bugünkü insanları ile kurduğu dostluğun hatıraları.