Son 10 yılda, kadınların iş gücüne ilave katılım oranında Avrupa’da birinci sıraya yükselmişiz. Bu müjdeli haberi 12 Şubat’taki bir açıklamasında Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk veriyor.
Avrupa’da birinci sıraya yükseldiğimiz için bakanın övündüğü iş gücüne ilave katılım dedikleri nedir? “Gelir sağlayan aile bireyinin ekonomik durgunluk esnasında işsiz kalması ya da gelirinin düşmesi durumunda, daha önce işgücü piyasasında olmayan başka bir aile bireyinin iş aramaya başlaması ve işgücüne katılması.”
Geçen ay DİSK-AR tarafından açıklanan işsizlik verileri de bakanı doğruluyor. İş aramaya karar veren ya da işsiz kalıp yeniden bir işe girmek isteyen bu nedenle İŞKUR’a kayıt yaptırarak işe yerleştirilme talebi olan kadınların sayısı artıyor. DİSK-AR verilerine göre İŞKUR’a 2018’de kayıtlı erkek işsiz sayısı 1 milyon 704 bin olurken kayıtlı kadın işsiz sayısı 1 milyon 805 bin oldu. İlk defa kadınlar işe yerleştirme talep eden erkeklerden daha kalabalıklar.
Peki sevinmeli miyiz? Elbette hayır. Bakanın övündüğü bu gelişme göründüğü kadar “iyi”ye işaret değil. Çünkü kadınların “ilave” olarak tanımlandığını bu koşullarda nasıl işlerde ve hangi statüde çalışacakları önemli. Örneğin yaklaşık 2 milyon kadının işe yerleşmek için başvurduğu İŞKUR aracılığıyla bulunan işler genellikle düşük ücretli ve geçici statüde işler. Yani kadınlar çalışmaya karar verse de karşılarına çıkan koşullar istihdama iğreti bir şekilde katılmalarına yol açıyor.
Sorun yalnızca ilave iş gücü meselesinde değil. Bakan Selçuk birincilik müjdesi verdiği konuşmasında bir başka önemli iddiayı daha dile getiriyor. Diyor ki: “2007-2017 yılları arasında kadın istihdamını yaklaşık 3,4 milyon kişiyle yüzde 63 oranında arttırmış durumdayız.”
Sayılarla yapılan manipülasyona güzel bir örnek. Evet, Türkiye’de kadın istihdamı artıyor. Ama nasıl? Türkiye’de kadınların istihdama katılım oranı farklı kaynaklara göre %28-33 bandında. Bu oran OECD ülkelerinde %63. OECD’nin altında kalmaktan öte bu sayıların nasıl arttığı, bize kadınlar için yine çok da parlak bir manzaranın olmadığını gösteriyor. Türkiye’de 2011’den beri ailesindeki yaşlı ya da engelli bireylere bakan ve devletten aylık 480-500 TL evde bakım parası alan kadınlar işgücüne katılmış sayılıyor. 2012’den beri gündelik ev temizliğine giden kadınlar da kendi hesabına çalışan olarak yine bu hesaplamaya dahil ediliyor. Sayılar artsa da kadınlar için sağlam statüde yaşanabilir ücretli ve güvenceli işlerde ikbal yok.
Tüm bu verilerin üstüne dayanamayıp son bir şey daha aktarmak istiyorum. Bakan aynı açıklamasında iktidarları döneminde yükseköğretimde kadın öğrenci oranının %33.5 arttığıyla övünmüş. Peki artmış da ne olmuş? Türkiye’de şu an en işsiz toplumsal kesim üniversite mezunu kadınlar. TÜİK 2018 verilerine göre erkek üniversite mezunlarında istihdam oranı %78,3. Kadınlarda bu oran %58,3’e kadar düşüyor. Yani nitelikli kadın iş gücü iş bulamıyor.
Sayılar iktidar için yanıltmanın bir aracı. Ama uzak durulması gereken başka yanılgılar da var. Kriz koşullarında kadınların çalışma hayatına katılımın artmasını “patriarkayı geriletmek” için bir imkân olarak gören ya da kadınların çalışmasının, koşullara bakılmaksızın her durumda iyi olduğunu savunan tartışmalara tanık oluyoruz. Fakat artışın nitel yanı bu fikirden uzak durulmasına işaret ediyor. Çünkü kriz koşullarında kadınlara vadedilen çalışma düzeni ortada. Bu koşullarda istihdamdaki artış kadınların yaşadığı çifte sömürünün derinleşmesinden fazla bir anlama sahip değil. Çünkü krizle birlikte kadınlar hem ev içi sorumlulukların artan yükü altında kalacak hem de düşük ücretlerle güvencesiz ve niteliksiz işlere mahkum olacak. İşte bu nedenle kriz koşullarında kadın hareketi hem üretim alanına hem de yeniden üretim alanına dair söz söyleyen, kadınların yaşadığı sömürüyü sınırlayacak talepler yükseltebilmeli.