Bugün sona eren 69. Berlin Film Festivali’nin -kısaca Berlinale- yüzlerce filmlik programı içinde en fazla 20-30 film izleyerek genellemeye varmak kolay değil, ama festivali takip edenlerin her yıl yapmaktan vazgeçemediği bir şey. Ben de yapacağım: Hiçbir festivalde üst üste bu kadar yaman kadın portresi izlediğimi anımsamıyorum. ‘Güçlü’ dememek için ‘yaman’ sıfatını tercih ediyorum; çünkü ilki kişiyi güçle, iktidarla ilişkilendirirken, ikincisini sözlük “Güç, etki veya beceri bakımından alışılmışın üzerinde olan” diye tanımlıyor ve bir yan anlam daha ekliyor: “Kötü, korkulan (kimse)”…
Programda kadın yönetmenlerin her zamankinden fazla sayıda olması (yarışmada tam yedi kadın yönetmen var), kuşkusuz bu sene Juliette Binoche’yi jüri başkanı yapan, 2020’den itibaren festivallerin hem idare kademesinde hem de programlarında cinsiyet eşitliğinin hedeflendiği 50/50 Andı’nı Cannes ve Venedik’in peşi sıra imzalayan Berlinale yönetiminin bilinçli çabasının sonucu. Ama filmlerdeki kadın karakterlerin bu denli baskın olması da tesadüf olmasa gerek; belki de festival programında izlemeye değer bulduğum filmlerle ilgilidir. En azından bunlara dayanarak bu yılın Berlinale’sini mücadeleci kadınların perdeyi doldurduğu nadide bir yıl olarak nitelendirmek yanlış olmaz.
Agnes’in Gözünden Varda
Bunların başını, her daim erkeklerin oyun alanı olmuş bir sektörde kendini sıfırdan var etmiş, sinemaya sürekli taze kan taşımış, üretmekten ve denemekten hiç geri kalmamış bir kadın sinemacı çekiyor. Agnes Varda, “Agnes’in Gözünden Varda” (Varda par Agnes) adlı ‘otobiyografik belgesel’inde, Avrupa sinemasının en yaman kadınlarından biri olarak dolu dolu geçen sinema hayatını iki saatlik bir sohbete sığdırmaya çalışıyor. 115 dakika boyunca aralıksız konuşup – filmlerinden klipler eşliğinde- kendini anlatan birini pür dikkat dinleyebilmek için o kişinin hem çok iyi bir hikâye anlatıcısı hem de muhteşem bir hayat hikâyesine sahip olması gerekir ki, Varda’da ikisi mevcut. Filmde ‘ders’ kelimesinden hazzetmediğini söylese de, 90 yaşında yaptığı bu belgesel, Varda’nın bizzat yaşam deneyiminin dört dörtlük bir ‘ustalık dersi’ olduğunu gösteriyor. Böylesine üretken bir kariyere ve geniş bir ödül koleksiyonuna sahip olmasına rağmen, hayli kalabalık geçen basın toplantısında, “Sadece bir filmimden para kazandım” demesi ise, piyasanın değişmeyen eril doğasına işaret ediyor.
Nourry ve Şanslı Tesadüf
Varda’dan çıkıp bu kez onun konuk ‘oyuncu’ olarak karşımıza çıkacağı bir başka belgesele, Fransız sanatçı Prune Nourry’nin yine kendisi hakkında yaptığı “Şanslı Tesadüf”e (Serendipity) giriyoruz. Beden politikaları, doğurganlık, döllenme gibi temalar etrafında gerçekleştirdiği performans ve enstelasyonlarla tanınan bir sanatçının, 31 yaşında göğüs kanserine yakalanması ile birlikte kendisini sanatının nesnesi olarak bulması ve bunun yaratıcılığına, hayatına, dünyaya bakışına etkisi üzerine bir belgesel. Bu dramatik olduğu kadar ilham verici hikâyede ders niteliğinde bir cümleyi yine Varda’nın ağzından duyuyoruz: “Amazon kadınları daha iyi ok atabilmek için göğüslerinden birini aldırırmış.”
Varda ile başlayan günü, onun fotoğraf dünyasındaki muadili sayabileceğimiz -endamı ve sevecenliğiyle onu hayli andıran- bir kadının hikayesiyle kapatıyoruz: Günümüzün en iyi kadın belgeselcilerden biri olan Kim Longinotto’nun “Mafyayı Çekmek” (Shooting the Mafia) adlı belgeseli, Palermolu fotoğrafçı Letizia Battaglia’nın sanat ve hayat serüvenini, Sicilya mafyasının hikayesi ile iç içe örüyor. Filmin İngilizce başlığındaki çift anlamlılık -çekmek/vurmak- Türkçe’de tuhaf bir şekilde başka bir çift anlamlılığa dönüşüyor. Battaglia’nın hikayesini izlerken, hem kendisinin hem de halkın mafyadan ‘çektikleri’ne tanık oluyoruz gerçek anlamda.
Bir kadının özgürleşmesi
Çocukken sokakta tacize uğrayınca eve kapatılmış, 16 yaşında evlenip çocuk sahibi olmuş, sonra boşanıp yeni bir hayata yelken açmış bir kadın; 40’ında fotoğrafla tanışıyor ve foto muhabiri kimliğiyle mafyanın işlediği cinayetleri çekmeye başlıyor, bu işin ömürlük bir kariyere dönüşeceğini bilmeden. Bir kadının özgürleşme mücadelesini izlerken, koyu bir ataerkilliğe dayalı bir toplumsal ve siyasi yapının içten içe çürüyüşüne tanık oluyoruz film boyunca. Nihayetinde Longinotto, Sicilya tarihinin kanlı bir döneminin hikayesi ve dönem filmlerinden alınma şahane arşiv görüntüleri eşliğinde, objektifini mafya örgütlenmesi gibi erkekliğin en kesif kurumuna yöneltmiş yaman mı yaman bir kadının portresini çiziyor.
Nirengi noktamız yine Varda: Onunla aynı kuşaktan, Macar sinemasının ilk kadın yönetmeni Márta Mészáros’tan bir başyapıt, 1975’te Altın Ayı Ödülü kazanan “Evlatlık” (Örökbefogadas / Adoption) yenilenmiş kopyasıyla gösterildi Berlinale’de. Köylük yerde yalnız yaşayan orta yaşlı bir kadın, ilişkide olduğu evli barklı erkeğe çocuk yapmak istediğini söylüyor ve ilişki buz kesiyor! Bu sırada hayatı, reşit olmadığı halde erkek arkadaşıyla evlenme hayali kuran genç bir kadınla kesişiyor. Hayatındaki boşluğu çocuk doğurmakla doldurmak isterken, başka seçenekler keşfeden bir kadın ile ebeveyn eksikliğini evliliğe sığınarak gidermeye çalışan başka bir kadının birbirlerine tutunmasını konu alan sessiz, melankolik, yalnızlık kadar umudu da içinde taşıyan ölümsüz bir film. Geleneksel kadın-erkek ilişkisinin sahteliği karşısına iki kadının dostluğunu koyan, 1970’lerin Macaristan’ından şaşırtıcı derecede feminist bir bakış.
Pauline Kael’in Sanatı
“Ne Dedi: Pauline Kael’in Sanatı” (What She Said: The Art Of Pauline Kael), adı üstünde eleştiriyi bir sanat gibi icra eden ABD’li ünlü film eleştirmeni Pauline Kael’in hikâyesi.
Yazdıklarıyla ülkedeki sinema çevrelerini hem çok etkilemiş hem de çok öfkelendirmiş, büyük yapım şirketlerinin hedefi olmuş, maruz kaldığı saldırılara rağmen sözünü sakınmamış ve kalemine gölge düşürmemiş bir yazar. Kael’in sık sık filmlere analitik yaklaşmamakla, tepkisel ve duygusal şekilde abartılı yargılarda bulunmakla eleştirilmişliği, Avrupa sinemasının kimi başyapıtları hakkında isabetsiz yergilerde bulunmuşluğu vaki. Belki bu yüzden son derece öznel bir uğraş olan eleştiriyi, özellikle Kael’in yaptığı şekliyle ‘sanat’ olarak nitelendirmek en doğrusu. Kael, film zevki ne olursa olsun, ‘ne dediği’ her zaman merak konusu olan, sinema üzerine düşünmeye ve tartışmaya kışkırtan eleştirmenlerdendi ve elbette bir kadın olması işini hiç kolaylaştırmıyordu. Rob Garver’in belgeselinde Amerikan bağımsız sinemasının en verimli dönemine olduğu kadar, bağımsız eleştirinin internet gazeteciliğiyle birlikte giderek yok olmasına da tanık oluyoruz.
Sızıntı ve Ofsayt Hartum
Üçüncü dünyadan kadın hikayeleri anlatan iki film: Suzan Iravanian’ın “Sızıntı”sı (Nasht), ülkeden çıkıp gitmek isteyen İranlı bir kadının umutsuz çabasına odaklanıyor. Bir gün bacak arasından siyah bir sıvı akınca ve bunun petrol olduğunu farkedince aklına parlak bir fikir geliyor: Vücudumdan petrol çıktığını anlatırsam Almanya vize verir mi acaba? Ülke ile kadın bedeni arasında çarpıcı bir benzeşlik kuran petrol fantezisi bir yana, son derece gerçekçi ve acıklı bu hikayeden neredeyse belgeselvari bir film çıkmış. Marwa Zein ise “Ofsayt Hartum”da (Khartoum Offside) Sudan’da bir grup genç kadının sırf futbol oynamak için baskının bütün biçimlerini (devlet-aile-din) tekelinde tutan bir sisteme karşı verdiği amansız mücadeleyi anlatıyor çok çarpıcı bir şekilde.
Alper’in Kız Kardeşleri
Festivaldeki kadın karakterlere odaklanıp Emin Alper’in “Kız Kardeşler”ini es geçmek mümkün değil. Usta bir yazarın kaleminden çıkmış bir roman derinliğini taşıyan, oyunculuktan görüntüsüne her bakımdan etkileyici, emek ve zeka ile işlenmiş bir film, “Kız Kardeşler”. Festivalde haklı bir beğeni ile karşılandı ve umarım ödüllerden de payını alacak. Filmin analizini başka zamana bırakarak, bu yazı bağlamında şu kadarını söylemekle yetineceğim: Başlığında ve öykünün odağında üç kadın yer almasına rağmen, onu bir ‘kadın filmi’ olarak nitelemeye dilim varmıyor. Alper sanki erkeklerin dünyasını daha iyi tanıyor, filmdeki çoban gibi efsanevi erkek karakterler yaratmayı başarıyor. Ama kadınlar, filmde daha ziyade erkeklerin fantezi dünyası sınırları içinde veya onlara biçtikleri rol kadar, belki biraz daha fazla var olabiliyor.
Fatih Akın’ın Altın Eldiven’i
Bu kadar çok güçlü kadın hikayesinden söz ettikten sonra, sinema perdesinde kadınları en çok kurbanlaştıran bir filmle bitirmek hoş olmayacak, ama Fatih Akın’ın “Altın Eldiven”i (Der Goldene Handschuh) ile bağlamak istiyorum. Perdeyi mezbaha ile foseptik çukuru karışımı bir balçığa çeviren, gösterim boyunca salondan kaçma isteği uyandırıp bir yandan koltuğa mıhlayan bu psikolojik işkence seansını ancak düşmanıma tavsiye edebilirim sanırım.
Hem görünüşü hem de karakteri itibariyle ona karşı en ufak bir duygu beslememize imkan vermeyen mizojenik bir adam, 1970’lerde Almanların en çok dinlediği, muhtemelen turist olarak gittikleri İtalya’dan alıp getirdikleri romantik müzikler eşliğinde, ağına düşürdüğü ‘düşkün’ kadınları doğruyor film boyunca. Cinayetlerin hiçbir detayı bizden esirgenmiyor, yanına sos olarak bir miktar kara mizah da alıyoruz. “Altın Eldiven” oyunculuklardan yönetmenliğe, sanat yönetiminden müzik seçimine kadar her şeyiyle mükemmel bir ürün, bir de toksik olmasa tadından yenmeyecek!
Fatih Akın, sanki Aki Kaurismaki ve Quentin Tarantino’yu aynı kapta eritmeye çalışıyor gibi; bize faydası, neden Tarantino’yu değil de Kaurismaki’yi sevdiğimizi bir kez daha hatırlatmış olması. Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan İranlı bir arkadaşın ifadesiyle, bu film Fatih Akın’ın Almanya’dan intikamı olabilir, eyvallah. Gelgelelim, kendisini her zaman el üstünde tutmuş seyirciden neden intikam almak istemiş olabileceği bir muamma.