Taksim Meydanı’nın adını duymayan hemen hemen hiç kimse yoktur ya da çok az kişi vardır bu topraklarda. Şehrin bu meydanı kentle bütünleşmiş bir semboldür, lakin salt bir meydan değildir burası. Aslında ahım şahım bir meydan değildir ve hatta dünyanın diğer şehir meydanlarına kıyasla bayağı da çirkinleştirilmiş, gittikçe amorf bir şekle sokulmuştur. Tıpkı iktidarın karakterini yansıtıyor. Bu çirkinlik meydanın kendisine ait değildir tabii ki, kenti yönetenlerin estetik ve mimariye dair tasavvurlarıdır oraya çıkan kitsch. Zira herkes ancak içindekini dışarıya yansıtacak kudrete sahiptir. Hiç kimse zihninde olmayanı yaratamaz, çirkin de güzel de, iyi de kötü de oraya aittir. Onun için İstanbul’un yanı sıra kentlerimizin mimari ve idari, yaşam ve kültürel durumları mevcut zihniyetin bir ürünü olarak görmek lazım. İktidarın kristalleştiği alanların kendisi. Hak, hukuk ve adalet de dahildir buna. Dolayısıyla meydanın çirkinliği de içsel bakışın izdüşümü olarak karşımıza çıkar. Buradaki amorfluğun ve çirkinliğin nesnel sebebi budur.
İktidarın bütün mekan politikasına ve kent talanı anlayışına göre, yine de Taksim Meydanı şehrin kalbidir, her ne kadar krizlerle boğuşan bir kalp olsa da. Kalbi her geçen gün yavaşlayan bir insanın kalp atışlarını o meydana taşımak isteyen 50’ye yakın seçilmiş insan önceki gün “hayat” için seslenmek istedi. Barışı savunmak, savaşı sonlandırmak için bedenini açlığa yatıran bir insanın en masum mesajını insanlara duyurmak için o meydanı bir barış platformu olarak kullanmak istediler. Hayatın ölüme karşı savunulacak bir şey olduğunun ölümü savunmaktan daha değerli olduğunu hep birlikte haykıracaklardı. Bizden, her birimizden beklenen şey, hakikatin; yaşamın tarafında durmak ve bizleri koruyan o yaşam kabuğuna dokunmamak olduğunu hep birlikte hatırlattılar. Buna sadık kalmanın önemine vurgu yapmak için meydana taşınmıştı Leyla’nın kalp atışları. Adil olanın adaletini savunmanın her insanın en asil ahlaki yükümlülüğü olduğunu topluma duyurmak, devletin hukuki ve yasal sorumluluğunun hatırlatmaktı meydanda bulunmanın gayesi. İki gaye birleşmişti meydanda, biri savaşa karşı 99 gündür barışla sembolleşen beden hakkını savunmak, diğeri ise bu direnişin asaletini o meydana taşımaktı.
Buna karşı tehditler savuran ‘çirkinliğin, amorfluğun iç bakanı’ndan mesul zatın gayesi ise yaşam hakkını reddetmek ve barışa dair sesi boğmaktı. Özellikle toplumda içsel kopukluklar yaratmak üzere geliştirdiği propagandaların akıl sınırını aşan derecede tehlikeli olduğunu tekrardan tanıklık ettik. Özellikle “sizleri yürüten adam değildir” diyerek yıkıcı faaliyetlere yol açacak uygun bir ortam hazırladığını beyan etmişti. Böylece meydanın mevcut çirkinliğine devletin robotik soğukluğunu katarak daha da çirkinleştirdi. Bulunduğu mekanı adalet ve refah için kullanmak yerine tehdit ve şiddet için kullanması onu gayr-ı meşhur bir yeraltı patronuna çevirmiştir. Komplekse boğulan kişiliğini protestonun doruğuna taşıyarak etkinliğe izin vermeyeceğini söylemesi yeraltı dünyasının tipik bir jargonudur.
Oysa Leyla’nın barış beyanını meydana taşımak isteyen yoldaşları için bunun hiçbir hükmü yoktu ve nihayetinde öyle de oldu. Çünkü barış izinle başlayan bir şey değildir. Barış her yerde ve herkesle başlar, barışın muhatabı sadece barıştır. Yetmişlerin barış hareketinin ilhamıdır bu. O ilham Taksim Meydanı’nda tekrar uyarlandı, 1 Mayıs’ın anılarına ve Gezi’nin ruhuna dokunarak. Yıllar sonra o büyük meydanda toplanan seçilmişler barışın kalp atışlarını o meydana taşıdılar. Devletin bütün soğuk malzeme ve cihazlarına rağmen o sıcacık adım o gün orada hissedildi. Bunu en iyi yansıtan kare ise o otelin dokuzuncu katında çekilen fotoğrafın kendisidir. İsimsiz kahramanın kadrajındaki kareler devletin halkın iradesi olan vekillere nasıl davrandığını ve barışa karşı ne denli şuursuz olduğunun göstergesiydi. Erkin içine düştüğü acizliğin en belirgin haliydi o kareler. Bütün dünya medyasına yansıyan o kareler devletin tecrit nizamı ve özgürlüklerin daralan çemberi olarak okundu. O kareler devletin güvenlikçi konseptinin mecazi sembolleri olarak hem sosyal medyada hem de arama motorlarından kalıcılaşacaktır. Ayrıca toplumsal hafızamızın da bir parçasıdır artık.
O günkü meydanın diğer kalıcı yansımasıysa o güvenlikçi nizamın içinde barışı inançla haykıranların siluetleri oldu. Çünkü barış önce bireylerin kalbinde, inançlarında, dünyaya açılan gözlerinde başlar ve sonra sokaklara, meydanlara yayılarak büyür. Küçük gibi görünen o yansımaların bir sonraki adımları ne olacağı tam olarak bilinmese de bir sonraki eşiğe doğru evirileceği kuvvetle muhtemeldir. Filozof Popper’ın buna denk düşen önermesini hatırlatan küçük dönüşümdür bu. Popper, radikal değişimleri tariflerken, küçük adımlarla ilerleyen bir politik pratiğin “sosyal düzenin kademeli olarak yeniden yapılandırılması tekniği” olarak görür. O, küçük ölçekli sosyal deneylerin toplumsal olana çok fazla zarar veremeyeceğini ve başarısız olması durumunda daha kolay tersine çevrilebileceğini savunur. Tabii ki atılan adımların ne kadar küçük ya da ne kadar büyük olduğu gerektiği ancak zaman ve mekanın nesnelliği çerçevesinde belirlenir. Ama o burada, sosyal sistemlerin göreceli bir denge durumunda dengelenme eğiliminde olduğunu gördü ve bu önemli önermeyi ortaya koydu. Zira buradaki esas önemli denklem bir toplumsal deneyim olarak küçük adımlarla sosyal düzeni adalet yönünde değişime zorlamaktır, lakin temel olguları zedelemeden. Bunun en önemli adımlarından biride kamusal alanı toplumsal olanın lehine kullanmaktır.
Tıpkı Taksim Meydanı’ndaki protestonun ortaya çıkardığı hakikat gibi, kamusal alanı zedelemeden, toplumsal olana doğru zorlamak ve dönüştürmek. Çünkü toplum tabiatı itibariyle kapalı bir sistem olmadığı için her zaman çeşitli değişkenlerin etkisi altındadır ve hatta değişkenliğin kendisidir. Gerek kendi iç dinamiği, gerekse toplumsal politikleşme ve kültürel dönüşümlerden etkilenen ve değişen bir organizmadır. Zira, Popper’a göre de, ‘toplum ne düzenli ve gelecekte oluşacak olaylar konusunda öngörü imkanı veren bir saat benzeridir ne de fazlasıyla düzensiz ve her şeyin tesadüflere bağlı olduğu bir yapıdır’. Bu öğretiye göre, bütün toplumsal dönüşümleri ve toplumsal olanın tarihsel gelişiminin yasası üzerinde kurmak gerekir. Onun için küçük adımlarla ilerlemenin politik pratiği sanıldığından daha etkili sonuçlar ortaya çıkarabilecek kadar büyüktür aslında.
Buradan hareketle HDP’nin Taksim çıkarmasını bu bağlamda okumak lazım. Her şeyden önce tecrit nizamını delmiş, bütün meydan okumalara göğüs germiş ve tecridi kırmak için önemli bir adım daha atılmıştır. 99 gündür açlığın ağır yükü ile barışa nefes vermek isteyen Leyla’nın kalbi meydanın orta yerinde ve kentin en muhteşem caddesi boyunca hâkim oldu. Her gün tekrardan üretilen tehditlerin en banal ve en rüküş haline rağmen birileri Leyla adına yürüdü o gün.
Leyla, tanrıların 99 adına denk gelen açlığıyla tecridin hakiki resmini o meydandan dünyaya taşıdı.