Ahmet Tulgar
Haysiyetin anlamını tartışmaya açan yeni bir kitap yayımlandı: Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği. Kitabın yazarı Ömer Faruk, 20 yıl Türkiye’nin en önemli yayınevlerinden biri olan ve birçok düşünürü ve siyasi ve felsefi akımı Türkiye toplumuna tanıtan Ayrıntı Yayınları’nı yönetti. Bu yüzden de şimdi düşünceyi irdeleyen, düşünce üzerine düşünen bir kitapla okurların karşısına çıkmış olması şaşırtıcı değil. Evet Ömer Faruk, bu hayli iddialı kitabında çatışmalı toplumsallıkların kökeninde siyasi değil düşünce krizi olduğunu öne sürerek, okuru düşünce üzerine düşünmeye davet ediyor. Ömer Faruk ile yeni kitabını konuştuk.
Bu iddialı ve sorgulayıcı kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Bir kızım var. Ona umutlu bir gelecekten söz edemiyorum. Bari umutsuzluğumun kökenlerini kaleme alayım, işine yarayabilir, diye düşündüm.
Bir çıkış noktanız olmalı ama?
1954 doğumluyum. Ömrüm krizlerle geçti. Artık kabul ediyorum, bu topraklar sürekli kriz üretiyor. Kriz dönemsel değil, sürekli. Bunu saptayınca “Neden kriz sürekli?” diye sormak durumunda kalıyorsun. Arkası çorap söküğü gibi geldi.
Biraz devam edin buradan. Neler saptadınız krizlerin sürekliliğini irdelediğinizde?
Bu topraklarda yaşayan tüm sakinlerin ortak mutabakatıyla oluşmuş bir anayasamız yok. Birbirimize razı olduğumuz bir hukuk oluşmadı. Hemen herkes devletin şiddetine ve keyfiliğine maruz kalıyor. Bu duruma müdahale edebilecek siyasi aktörler diğerlerine diz çöktürmek üzerinden siyaset yaptıkları için sürekli kriz çıkıyor. Ordu ve polisin gücü sürekli artıyor, sürekli yeni hapishaneler yapılıyor. Oysa düşünce yetisi gelişmiş tarafların oluşturduğu bir toplumsallıkta esas olan rıza ve “az yasa”dır. Bizde zorbalığın ve “çok yasa”nın hükümleri işliyor.
Kitabınızda siyasetle düşüncenin ilişkisini nasıl kuruyorsunuz? Siyaset düşüncenin düşünene hükmetmesi midir sizce?
Önce düşüncenin tanımında anlaşalım. Dionys Mascolo, “Düşünce, düşünülmemiş olandır” diyor. Haklı… Düşünce faaliyetinin düşünce olabilmesi, benzeri olmamasına, bu anlamda temsil edilememesine bağlıdır. Gilles Deleuze ise, “Düşünce kavram yaratmaktır” diyor; mevcut dil’le yetinmeyen bir yaratıcılığa davet ediyor bizi. Temsil edilemeyen, kavram yaratan bir yaratıcılık faaliyeti ise öncelikle düşünce üzerine düşünmekle işe başlamalıdır. Düşünce, kendisi üzerine düşünmediği sürece düşünmüş sayılamaz çünkü.
Kitabınızdaki ‘Düşüncenin düşünene hükmetmesi’ ile ‘düşünenin düşünceye hükmetmesi’ ayrımından söz edelim. Bu ayrımı saptamaya sizi ne götürdü ve bu iki durumun arasındaki mesafe artışının toplumsal hayata etkileri nedir?
Önce ikinci soruya cevap vermek isterim: Bu ayrımın ulaştığı son nokta seçilmiş tek adam rejimleridir. Milyonlarca insanın varlığını gönüllü olarak bir kişiye teslim etmesidir. Oysa biliyoruz her kişinin parmak izi, ses tonu, gözbebeği ve yüz ifadesi farklıdır. Ve her kişinin bu dünyaya ait biricik bir hikâye edinmek ve yaşamak hakkı vardır. “Hikâyesiz kalmak” ise bir iç yıkımdır. Bedenin ardından rüya da tek adama devredilmiş, kişi varlığını bedensel ve tinsel olarak yaşamaktan vazgeçmiştir. Bu dehşet verici sürecin kırılma noktası ise düşüncenin düşünene hükmetmesiyle başlamıştır. Oysa biliyoruz “düşünce” için “düşünen” olması gerek, düşünce kendi başına var olamaz. Diğer canlı türlerinden tasarlama yetisiyle kendini farklılaştıran tek canlı olan insan senfoni besteleyerek, roman ve şiir yazarak, âşık olarak, doğada kendi başına bulunan mermeri bu dünyanın güzelliklerine katkıda bulunan heykellere dönüştürerek, turna, keklik ve ceylanlarla kendini eşdeğer kılarak, kendini bir sanat eserine dönüştürerek… bunları yapabileceğini tekil örneklerle de olsa göstermiştir. Ama “adına konuşma” mekanizmalarının kurulması, güçlenmesi ve devlete dönüşmesiyle bu süreç kesintiye uğramıştır. Çünkü her adına konuşma mekanizması adına konuştuğu kişinin düşünememesini hedefleyerek kurulur. Ardından da “kötülük yapmanın vereceği zevk için kötülük yapmak” gibi yeni davranış kalıpları oluşur.
Deleuze’ün ‘düşünce kavram yaratmaktır’ sözünü alıntıladınız. Siz bir kavram önerisinde bulundunuz mu kitabınızda?
Evet! “Devrimci” yerine “Çok Kalpli Asi”yi önerdim. Dünyanın gidişinden tedirgin olan her yeryüzü sakininin hareketli ve hareketsiz canlı türlerini de gözeterek düşünmesi ve siyaset yapması gerekli. “Devrimci” kavramı bu ihtiyacı karşılamıyor bence. Ekolojik krizin yeryüzüne verdiği hasar dil, din, etnik köken ve kutsal devlet dinlemiyor artık. Tüm dünya tehlike altında. Artık bir devletin tebaası gibi değil bu dünyayı seven, bu dünyanın güzelliklerine layık olmaya çalışan, kaçacak başka bir yeri olmayan bir yeryüzü sakini gibi düşünmemiz lazım.
Bu dünyanın güzelliklerine layık değil miyiz?
Değiliz! Olsaydık, doğayı bu denli hor kullanmazdık. Daha çok antropologların kullandığı bir kavram var: Antroposantrizm. “İnsan merkezcilik” demek. Kendini tüm diğer canlı türlerinden daha değerli gören bir kavrayışın sakıncalarına işaret ediyor. Bu kavrayışın alt anlamında tebaa bir devlete, bu dünyaya bile kayıtlı değildir. Öte dünyaya kayıtlıdır. Tanrı Devleti’nin üyesidir. Öte dünyaya kayıtlı olduğun zaman bu dünyaya aldırış etmezsin. Tanrı Devleti’nin bu dünyayı belirlemesine aracılık edersin. Bu dünyayı Tanrı Devleti’nin bir temsilcisi gibi yaşarsın. Bu dünyanın güzelliklerini de göremezsin. Bu dünyanın güzelliklerini çoğaltmak gibi bir kaygın olmaz. Örneğin “içtiğimiz su” doğada kendi başına güzeldi. Şimdi çeşmelerimizden akan suyu içemiyoruz, kirlettik çünkü.
Türkiye düşünce üretimi açısında nasıl bir durum arz ediyor?
Tam yirmi yıl Ayrıntı Yayınları’nı yönettim. 500’den fazla kitabın yayımlanma sürecini denetledim. 1 milyon kitabın okurla buluşmasını sağladım. 2000’den fazla kitap önerisini reddettim. Düşünce ürettiği iddiasıyla kaleme sarılan kişileri yakından tanıdım. Şimdi seçilmiş tek adam rejimiyle yönetiliyoruz. Magna Carta, Fransız Devrimi, Paris Komünü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi… vb. kazanımların tümünün çöpe atıldığı bir dönem yaşıyoruz. Memleketin siyasi aktör ve düşünürleri bu süreci öngöremedi. Kabul etmemiz gereken en basit en çıplak gerçek bu.
Kim bu siyasi aktörler ve düşünürler?
Örneğin Atatürk hiç seçime girmedi. Ama seçilmemiş biri olarak meydanlara, caddelere adı veriliyor, heykelleri dikiliyor, paraların üzerine fotoğrafları konuyor, bütün devlet dairelerinin baş köşeleri ona ayrılıyor, 10 Kasım’da herkesin esas duruşa geçmesi bekleniyor… Burada bir garabet yok mu sizce? Üstelik 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Askeri darbeleri onun adına yapıldı. Seçilmemiş, üç kez askeri darbeye başvurmuş bir düşünce sistematiği kriz çözebilir mi yoksa krizin bizatihi kendisi midir? Bu duruma tepki olarak gelişen İslam’ın ise 1400 yıllık bir geçmişi var. Nüfusunun çoğu Müslüman olan 57 devlette varlığını sürdürüyor. Dünya nüfusunun yaklaşık %25’ini Müslümanlar oluşturuyor. Petrol gibi alıcısı hazır olan bir doğal zenginlik ellerinde. Ama Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü 2016 verilerine göre en çok patent alan ilk 20 ülke arasında bir tek Müslüman ülke yok. 1. Çin, 2. ABD, 3. Japonya, 16. sırada İsrail var. Endonezya 21., Malezya 22., İran 23., Türkiye 31. sırada. 16. sıradaki İsrail’in nüfusu 8 milyon, dünya Müslüman nüfusu ise 1.5 milyar civarında. Çocuk ölüm oranlarının, hava kirliliğinin, siyasi cinayetlerin Müslüman ülkelerde çok yüksek olduğu biliniyor. Özgürlüklerin kısıtlandığı, üniversitelerinin başarılı olmadığı, kadının sosyal hayata katılmasına izin verilmediği de bir gerçek. Kısaca 1400 yıldır kendi sorunlarını çözememiş bir pratik var. Bu yüzden İslam da krizin çözümü değil nedeni bence.
Milliyetçilikten söz etmeyecek misiniz?
Her ikisinin ortak keseni olarak sıra onda! Benedict Anderson’a göre bir siyasi fenomen olarak 18. yüzyılda sahneye çıkmış ve Kutsal’ın yerine talip olmuştur. Özgür yurttaşların “az yasa” ile birbirine kayıtlı olduğu bir toplumsallık yerine kendini devlete adayan tebaayı hedefler. Biliniyor: Penguenler Mısır ve İsrail’de, timsahlar İsviçre ve İtalya’da, gergedanlar Türkiye ve Ermenistan’da, filler Almanya ve İsveç’te, su aygırları Fransa ve İspanya’da, kangurular Kürdistan ve İran’da, ren geyikleri Hindistan ve Peru’da, kutup ayıları Sri Lanka ve Nijerya’da, balinalar Marmara ve Karadeniz’de, hamsiler Hint ve Pasifik Okyanusu’nda yaşayamaz; bu hayvanlar kendi doğal yaşama ortamlarına, habitatlarına kayıtlıdır; biyolojik özellikleri başka bir coğrafya ve iklimde yaşamalarına izin vermez. Hindistan cevizi, mango, ananas, avokado, papaya gibi tropikal meyveler kuzey kutbuna yakın devletlerde (= Alaska, İsveç, Grönland, Kuzey Kanada, Kuzey Rusya) yetişmez. Aynı şekilde tundra, tayga ve liken gibi kutup bitkilerinin Tunus, Tayland, Panama, Venezuela, Ekvator, Brezilya… gibi devletlerde yetişme şansı yoktur. Bu yüzden hareketli ve hareketsiz (diğer) canlı türlerinin iklim ve coğrafya kaderleridir; habitatları vardır, sınır çizgileri yoktur! Kaderlerine mahkûmdurlar, kaderlerini değiştiremezler, kaderlerinden kurtulamazlar! Devlet ol(a)mazlar, devlet kur(a)mazlar! İnsan ise bu dünyanın tümüne kayıtlıdır, dünyanın her yerinde yaşayabilir: Biyolojik özellikleri çölde, kutuplarda, tropikal ormanlarda, dağlarda, bozkırlarda yaşamalarına imkân vermektedir; doğaları buna yatkındır. Ama devletler sınır üreterek, sınır koyarak, sınıra hapsederek, sınırın benimsenmesini sağlayarak, sınırı normalleştirerek, normalin anlamına hükmederek, sınırı ve normali arzulanır kılarak, insan doğasına müdahale edip istediği yerde yaşamasını engelleyerek tebaalarının çocuk kalmasında ısrar eder, yetişkinliğe geçmesini engeller. Bu yüzden: Her milliyetçi örgütlenme bir özgüven eksikliğinin itirafıdır. Her milliyetçi örgütlenme düşman yaratmak zorundadır. Her milliyetçi örgütlenme beslenmesini sık sık “vatan haini” diyerek sağlar. Günümüzde ise dünyanın her yerinde her sabah gazete alanların; dişini fırçalayanların; lavaboda tuvalet kâğıdı kullananların; haber programlarını aksatmadan izleyenlerin; e-postasına her gün bakanların, akıllı telefonu sol elinde taşıyarak yürüyüp, deniz kenarında bikini giyerek güneşlenen kadınların; köşe yazarlarının yazdıklarını düşünmeden kabul edenlerin; prezervatif kullanarak sevişen erkeklerin; para olarak doları tercih edenlerin; James Bond, Terminator, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi filmlerini izleyenlerin… cemaatleri vardır. Internet, bilgisayar, televizyon, olimpiyatlar, dünya kupası, Oscar ve Nobel ödülleri üzerinden herkes birbirine dokunuyor; herkes her şeyden haberdar oluyor. Yerli ve milli cemaatler/devletler dönemi kapanıyor hatta kapandı bile; kültürel melezlik yaşanıyor artık. Bu yüzden milliyetçilik de krizin çözümü değil nedenidir bence.
Sol’a dair ne söylemek istersiniz? Devrimci parti ve örgütlerde durum nedir?
2018 yılında Alman Der Spiegel dergisi, “Otokratların devrinde yaşayan insanlar” başlığı ile ABD Başkanı Donald Trump’ı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i, Çin devlet başkanı Şi Cinping’i ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kapağa taşıdı. Macaristan, Polonya, Filipinler ve Brezilyayı da eklersek epey büyük bir toplam olduğu ortaya çıkar.
Kabul edelim: Sol hem varlığıyla bu süreci önleyemedi hem de süreci öngöremedi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping gibi iki otokratın sol pratiğin topraklarından çıktığını unutmayalım lütfen.
Kitaptan bir cümle: Doğayı tahrip eden, şiirin, dostluğun ve aşkın değerini düşüren, dünyayı bir alışveriş merkezine çevirerek her şeyi alınıp satılabilir hale getiren sermaye düzenini kapsamlı bir biçimde analiz eden Karl Marx [Kapital (1867-1894)] (= etkin düşünce) ile onun politik ardıllarının yaratıcılık performansları kesinlikle aynı değildir. Evet, açıkça söylemenin yeri geldi: Marx’ın politik ardılları onun düşünsel yaratıcılığını pratiğe taşıyamayarak seçilmiş tek adam rejimlerine zemin hazırlamıştır. Memleket solu da kendi üzerine düşen payı üstlenerek kendi üzerine düşünmektense, “üretim aracı olarak toprak”la kendini sınırlayan siyaset yapma tarzıyla sürekli irtifa kaybetmeye devam etmektedir. Daha önce de söylemiştik: Düşünce, kendisi üzerine düşünmediği sürece düşünmüş sayılamaz.
Bütün sorun devlet o zaman, öyle mi?
Devleti fiziki bir organizasyon olmaktan çok “küçük bir devlet olarak zihin” biçiminde ele almak birçok sorunu çözecek bence. İmge düşünceyi, düşünce kurumu, kurumlar toplamı ise devleti oluşturur. Her kurumlaşmış kişi ise yasa, ahlak ve devletin cisimleşmiş taşıyıcısıdır.
Düşünenin düşünceye hükmetmesiyle düşünce diplomaya, kurumlara, üniversitelere ve devlet katına ait olmaktan çıkarak canlı varlıklar olarak kurumlaşmamış kişilere, ait olduğu yere dönecektir. Böylece devletlerin tasarladığı insan modelleri projesi kesintiye uğrayacaktır.