Londra, sanayi devrimi ve “İmparatorluk” yüzyılları boyunca dünyanın tartışmasız en önemli finans merkeziydi. İmparatorluğun çözülüşüyle birlikte Amerikan dolarının küresel para birimi halini almasıyla eşzamanlı olarak Britanya yönetimi, bir finansal imparatorluğa dönüşme yolunda önemli hamleler yaptı.
İngiliz Merkez Bankası 1950’lerde “euromarket” sistemini kurarak Londra’yı bir finans merkezi olarak güncelledi. “Euromarket”, esas olarak uluslararası şirket ve kartellere, yatırım, finansman ve kâr amacıyla ellerinde bulunan parayı depolamaları ve serbestçe kullanabilmeleri için vergilendirmeden muaf bir alan sunmaktaydı.
Londra’nın City bölgesi sınırları içinde açılan bu alan, ABD vergi sisteminden muafiyet arayışı içindeki büyük Amerikan bankaları başta olmak üzere dünyanın en önemli finans kuruluşlarının, operasyon merkezlerini Londra’ya taşımaları sonucunu doğurdu. Sömürgelerini kaybetmesine rağmen Britanya ekonomisi, 1945’ten itibaren sürekli büyüme kaydetti. 1970’li yılların ortalarında krize giren kapitalist ekonomi, çözümü Thatcherizm’de bulacaktı.
Sanayi Devrimi’ni ilk gerçekleştiren ülke olan Britanya, “sanayi sonrası toplum” a geçişte de öncü oldu. 1980’li yıllar boyunca Thatcher yönetimi altında madenlerden başlayarak makro ölçekli endüstriyel üretim yapılarının tasfiyesi başladı. Yüzyıllarca sanayileşmiş ülkelerin başında gelen Britanya ekonomisi içinde, endüstriyel üretimin payı günümüzde yüzde 14’e inmiş durumda. Buna karşılık en önemli bileşeni finans olan hizmet sektörü yüzde 76 ile ilk sırada.
Burada bir parantez açarak, ülke içinde tasfiye edilen sanayi üretiminin yok olmadığını; sanayi yatırımlarının, emek maliyeti ucuz Uzakdoğu ülkelerine kaydırıldığını hatırlatalım.
Thatcher yönetimi altında, ABD bankaları başta olmak üzere küresel sermaye ve finans şirketlerini Londra’ya çekmek için yeni tedbirler geliştirildi. City’nin bağımsız yapısının sağladığı güvencelerin yetmediği yerde, sömürgecilik kalıntısı adalarda offshore “vergi cennetleri”nden oluşan ve merkezinde City’nin olduğu bir küresel finans ağı oluştu.
Sonuçta, günümüzde Britanya ekonomik büyüklük anlamında dünyada beşinci sırada olsa da finans sektörü anlamında birinciliğini koruyor. Bu başarı öyküsü içinde, City’nin özgün statüsü önemli bir yer tutuyor.
Ekonomist Nicholas Shaxson’un 2011 tarihli “Hazine Adaları” (Treasure Islands) kitabı, en dış halkalar olarak Karayipler ve Uzak Doğu’nun ücra köşelerinden başlayarak Jersey ve Man Adası gibi adı bilinen “vergi cenneti” adalarına, oradan Britanya adasına doğru daralarak “ada içinde ada”, “şehir içinde şehir” ve “devlet içinde devlet” statüsüyle City’de düğümlenen geniş bir finans ağının yapısını ve işleyişini aktarıyor. Günümüzde Britanya’nın Avrupa Birliği’nden (AB) çıkma ısrarının sırrı burada saklı.
Dikkatli bir geri okuma, İngiltere’nin başından itibaren kendi hegemonyası altında ve ABD’ye rakip olmayacak bir AB oluşumu için çaba harcadığını, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın “oyun kurucu” adımlarına karşı “oyun bozucu” hamleler gerçekleştirdiğini gösterecektir: Avroya geçmek yerine Pound’u ulusal para birimi olarak muhafaza etmek; AB Anayasası ve ortak asgari ücret belirleme gibi adımlara karşı durarak gevşek ve geniş bir koordinasyon yapısında ısrar etmek gibi.
Bir Avrupa üst-devleti oluşumunu engellemenin mümkün olmadığı momentte ise “Brexit” gündeme geldi. Almanya önderliğinde Avrupa Merkez Bankası’nın denetimi altına girmek, ekonomisini dünya finans sektörünün önderliği üzerine yeniden yapılandırmış İngiltere sermaye sınıfı için “yıkım” anlamına gelecekti.
Bugün koşullar uygun olmasına rağmen, Parlamento içindeki sağ ve sol hiçbir parti ya da grubun ikinci bir Brexit referandumunu gündeme getirmemesi, İngiltere kapitalizminin kendi geleceği üzerine yaptığı bilinçli bir tercihtir. İngiltere, AB’den çıkmakla sanıldığı gibi kendini Britanya adasına hapsetmiş olmayacak.
Aksine dünya finans sektörünün merkezi olma konumu üzerindeki riski bertaraf etmiş olacak. Brexit, jeopolitik açıdan ABD ile birlikte küresel bir Anglo-Sakson geri çekilmenin parçası olarak da okunabilir. ABD yönetiminin Suriye’den çekilme kararı, sanıldığının aksine Trump’ın anlık saçmalıklarından biri değil, yeni bir stratejik hamlenin habercisidir.
ABD’nin, yayılmacı hamlelerini sonlandırarak dünya ölçeğinde üslenmiş askeri varlığında azalma, NATO ve Birleşmiş Milletler’in finansmanında kesintiye gitme gibi adımları, ekonomi alanında ABD Merkez Bankası’nın faiz artırı yoluyla doları küresel piyasalardan ülke içine çağırma hamlesiyle eşzamanlıdır. Venezuela müdahalesi ise, Okyanus-aşırı askeri maceralar yerine kendi “arka bahçesine” dönüş olarak okunabilir.
ABD ve İngiltere arasındaki tarihsel “ayrıcalıklı dostluk” ilişkisi içinde, küresel bir Anglo-Sakson ricat dönemine girildiği görülüyor.
Bu durumu, emperyalizmin geri çekilmesi olarak yorumlamak yerine, Walter Benjamin’in “kaplanın geriye sıçrayışı” metaforunu akılda tutmak doğru olacaktır.