Saul, başka bir isyan biçimi aradı ve onu tanımlayan da onun bu kişisel arayışıydı. Sürekli bir yerden bir yere hareket ediyor ve bir davranıştan ötekine geçiyor. Saul’un iç sesi sürekli bir şey yapabilmesini emrediyor
1 FİLM 1 YÖNETMEN Çeviri: Tolga Er
Hiç şüphesiz birçok kişiye göre II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sındaki toplama kamplarında yaşananlar kötülüğün en radikal biçimidir. Öyle ki siyaset bilimci Hannah Arendt, “bildiğimiz tüm standartları çökerten ve yıkıcı gerçekliği ile bizi karşı karşıya bırakan” Yahudi Soykırımı’na değinirken, ‘insanları insanlar olarak gereksiz kılmayı’ güden bir politikaya işaret eder ve yaşananları anlatırken ‘radikal kötülük’ kavramını kullanır. Toplama kamplarında yaşananlar aslında soruların yanıtsız, mantığın da belki yetersiz kalmasına yol açar. Yönetmen László Nemes’in “Son of Saul” (Saul’un Oğlu) isimli yapımı da işte bu söz konusu ‘akıldışı’ ortamdaki Saul isimli Yahudi bir Macar’ın izini sürer. Nazi birlikleri tarafından toplama kampı mahkumları arasından seçilerek oluşturulan çalışma birimi “Sonderkommando” dan olan Saul’u bir buçuk gün boyunca an be an takip ederiz.
Hatta bir tek onun gözünden görürüz toplama kampını. İzlediğimiz karelerde onun ya yüzü ya da sırtı vardır. Sırtını çevirdiklerinin sadece sesini duyar, ancak o görmeyi tercih ettiğinde biz de tanıklık ederiz. Saul’a o kadar yakınızdır ki bedeninin tamamını göremeyiz bile. Yönetmen Nemes’e göre ‘direnişin birçok biçimi’ni izlediğimiz filmde, Saul bunu hayatını kaybeden bir erkek çocuğu defnetmeye çalışarak yapar. Katliamın ve bir isyan hazırlığının ortasında “çocuğum” dediği, ancak hiç tanımadığı bir çocuğu defnetmek için bir haham arayışında olan Saul, bunca ölümün yaşandığı ve insanın yakıldığı bir ortamda tarihin en başından beri en kutsal eylemlerden biri olarak görülen bir hak için mücadele eder: Ölüyü gömmek. Yönetmen Nemes’in ilk uzun metraj filmi olan “Son of Saul”, tasvirin yetersiz kaldığı bir tarihsel vakayı anlatabilmek için yeni bir sinema dili ortaya koyar. Aşağıdaki söyleşide ise yönetmen László Nemes, filmdeki unsurları anlatıyor ve filmini diğer Holokost konulu yapımlardan ayıran özelliğe değiniyor.
Bu konu üzerinde çalışmış olan bir dolu yönetmen var. Filminizi Auschwitz’te yaşananlara odaklanan ve aralarında ‘Schindler’in Listesi’ (2003), ‘Gece ve Sis’ (1955) ve ‘Shoah’ın (1985) bulunduğu klasiklerden nasıl farklılaştırmaya çalıştınız?
Sadece kendim farklılaştırmak istemedim. Bana ve belki başka bir kuşağa anlam ifade edecek bir film yapmak istedim. Holokost travmasının işlenmesinin bir yolu olarak hayatta kalma hikayeleriyle muhatap olan bu kuşak değil. Bu kuşak, bu türden neredeyse hiçbir şey hakkında pek bir şey bilmiyor, o yüzden de kopuk bir kuşak. Buradaki hedef, bir adama, bir insana odaklanırken ve göstermek ve anlatmak istediğimiz her şey dikkatimizi dağıtmadan, bunu tarih kitaplarından çıkararak bir anlamda bugüne getirmekti. Hikayesini yalnızca bir buçuk günde anlatan bu film için bir kahraman aramadım ve hayatta kalanın bakış açısıyla ilgilenmedim; ölüm fabrikasını fazlasıyla yansıtmakla bile ilgilenmedim. Hikayeyi en basit ve olabilecek en minimalist şekilde anlatmak için benzersiz bir bakış açısı aradım.
Dünyaya Saul Auslander’in, bir Macar Yahudi’nin, bir Sonderkommando üyesinin gözünden baktım ve filmimi bu bakış açısıyla kısıtladım. Çok tarihi olan bir şeyi çok canlı bir hale getirmek istedim ve her şeyi bir insan boyutunda birleştirmek istedim. Bu göz önüne alındığında, benim filmim “Schindler’in Listesi” gibi bir hayatta kalma hikayesinden çok farklı -ki kendisi çok iyi, çok yetenekli, çarpıcı ve neredeyse epik bir film. Benim filmim hayatta kalmak hakkında değil ölümün gerçekliği hakkında. Hayatta kalmak bir yalan ve bu da istisnasıydı. Dahası, bir gruba odaklanmaktansa bir insanın deneyimine odaklandım. Şunu da söylemek gerekir, bu sadece öznel bir duruş değil, çünkü onu evrensel bir şeyi temsil eden bir karakter olarak görüyoruz.
Holokost gibi bir konuyu sunmak sadece sanatsal veya estetiğe ilişkin bir konu değil. Konunun önemi veya mezalimin boyutu dikkate alındığında bir sinemacı olarak ahlaki bir duruş sergilemek zorundasınız. Bir Holokost filmi için ne gösterdiğimiz veya göstermediğimiz çok önemlidir. Goddard’ın söylediği üzere ‘sinema başarısız olmuştur, çünkü Holokost’un iyi bir dokümantasyonunu sunmakta başarısız olmuştur.’ Filmde neyi gösterip göstermeyeceğinize nasıl karar verdiniz?
Çok fazla şey göstermek isterseniz daha azıyla sonuçlanabilir, fakat aynı zamanda çok az gösterirseniz Holokost dehşetinin etkisini olduğundan daha aza indirgeyebilirsiniz. Buradaki ahlaki soru, bu iki hakikatin nasıl dengeleneceğiydi. Bu soruya yanıt bulabilmek için izleyicinin hayal gücünü harekete geçirmeye çabaladık. Önceden sözünü ettiğim üzere, tek bir kişiye, yalnızca tek bir adama odaklandık. Ve biz dikkatimizi ona verirken, arka plana, etrafa, neyin yaşanmakta olduğuna, sürgün edilmişlere, sürgün edilenlere ve ölülere dikkat etmiyoruz çünkü o bir şekilde bunlara alışmış. Bu yöntemden dolayı arka plan ve bunu hayal etmek izleyiciler için çok önemli hale geliyor. Seyirci, bir ölüm fabrikasına baktığını biliyor ve onun hayal etmesini talep eden bazı parçalarını görüyor. Bence hayal gücünün bu anlamdaki gücü ahlaki olarak çok önemli çünkü dehşeti yeniden yaratamayız, onun sadece izlenimini uyandırabiliriz. Ve izleyicinin şiddetin zirvesinde olmasını istemedik çünkü bu, bütünüyle anlaşılamayan ve algılanamayan bir şey. Holokost gerçekliğinde Tanrısal bakış açısı yoktur. Fakat bunu insan seviyesine geri çekerseniz ve biraz gösterirseniz, o zaman dehşet algısı seyirciye daha gerçek anlamda verilerecektir. Ulaşmak istediğimiz nokta buydu.
Foucault’nun savunduğu üzere, siyaseti bir delilik meselesi olarak düşünmemek çok güç iken bu deliliğin içerisinde bir isyan biçimi de vardır. Biz burada, yaşamamız gerektiği bir örgüt biçimine karşı harekete geçiyorsunuz. O yüzden aynı yolda ilerlediğinizi söylemek mümkün.
Aslında film direnişin birçok biçimini temsil ediyor; silahlı isyan bunlardan yalnızca biri. Saul, daha başka bir isyan biçimi aradı ve onu tanımlayan da onun bu kişisel arayışı. Sürekli bir yerden bir yere hareket ediyor ve bir davranıştan ötekine geçiyor; örneğin kendi kişisel direniş biçimine anlam katabilmek için haham arıyor. Umudun olmadığı bir durum karşısında Saul’un iç sesi hayatta kalması gerektiğini, anlam taşıyan bir şey yapabilmesini emrediyor. Emir ise toplulukların en başından bu yana fazlasıyla kutsal olan anlamlı bir eyleme saygı göstermek, ölü bir bedeni gömmekti.
– Amir Ganjavie’nin yönetmen László Nemes ile yaptığı röportajdan yararlanılmıştır.