Necati Sönmez
Bunu söylemek malumatfuruşluk olacak belki ama, totaliter rejimler gökten zembille inmez, diktatörlerin onları bir anda kuracak doğaüstü güçleri, tanrısal kabiliyetleri yoktur. Uygun arsayı bulduğunda, o rejimler oraya temelden başlayıp tuğla tuğla örülür; dev inşaat bir liderin öncülüğünde fakat hem sermayedarların maddi desteği hem de binlerce, milyonlarca insanın işbirliği ve onayıyla dikilir.
Her totaliter rejimin inşaatında, ona inançla, korkuyla veya çıkar hesaplarıyla emek veren ‘isimsiz’ neferlerin el emeği göz nuru vardır. Hele krallığın, firavunluğun demode olduğu, eski Mısır Piramitleri’ndeki gibi köle ve yoksulların emeğini zor kullanarak işe koşmanın artık mümkün olmadığı çağımızda, bu tür gönüllü katkılar olmaksınız o rejimler ayakta duramaz. Yani bu iş bir yerden sonra ‘organize’dir. Kültürel alanda bu daha da böyledir; çünkü ‘her yerde iktidar olduk, kültürde olamadık’ diye yakınmalarından anlaşılabileceği gibi, kültür ve sanat despotların kolay düdük öttürecekleri bir alan değildir.
Yeni Sinema Yasası diye anılan, içerdiği maddeler itibariyle Yeni Sansür Yasası da diyebileceğimiz bir yasa metni, sarayın gösterişli salonunda bir kısım sinema işverenlerinin alkışları arasında partili Cumhurbaşkanı tarafından imzalanıp yürürlüğe girdi geçen hafta. Alkışlayanlara ve yasaya koşulsuz destek veren meslek örgütlerine bakılırsa, bu imza sinemamızın bütün dertlerine deva olacak! Oysa aşağıda özetleneceği gibi, yerleştirilmeye çalışılan rejimin ayağını kültüre sağlam basmasından öte bir işe yaramayacak.
Ünlüler saraya niye gitti?
Her şeyden önce, böyle bir toplantıya neden ihtiyaç duyulur? Kimi meslek örgütlerininin dile getirdiği itirazları, meclisteki kurul toplantılarında sundukları önerileri ısrarla duymazdan gelip yasayı ilk önerdiği haline neredeyse dokunmadan meclisten geçiren bir hükümet/ lider, iş işten geçtikten sonra görüş ve önerilerini almayacağına göre, niçin ayağına çağırır sektör temsilcilerini?
Cumhurbaşkanı onayladığı her kanunu muhataplarının huzurunda mı imzalıyor? Elbette hayır. Toplantı bahane, ‘ünlülerle’ fotoğraf çektirmek ve onları havuz medyasının ‘Reise hayran kaldılar’ albümüne eklemek şahane! Gerçi bu ünlülerin Türkiye’de sinemayı temsil etme iddiası, ülke edebiyatını da mesela Nilgün Bodur’un, Yılmaz Özdil’in veya Alev Alatlı’nın temsil etmesi gibi bir şey.
Hani bir ara ‘reis’e hitaben “Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı” diyen Alatlı… Ne kadar haklıymış; aynı Orwell sansürü gülücüklerle karşılayan ve sansürcüye teşekkür eden sinemacıları görse sadece alkışını değil gözyaşını da esirgemezdi. Söz konusu Orwell’yen toplantının içeriği, kayıtlardan izlediğimiz kadarıyla teşekkür ve övgü konuşmalarından ibaret.
Efendim, ‘başkanlık sistemini şimdi daha iyi idrak etmişler’; hayatlarında ‘böyle hız görmemişler’, vs. Öyle ya, totaliter liderlerle her şey hızlı gelişir, emir demiri keser. 1940’ların Almanya’sında mesela, sistem öyle tıkır tıkır ve hızlı işlemiştir ki, şimdi bakınca aklımız şaşıyor. Gerçi Türkiye’de bu hızlılık, sözgelimi daha neyle suçlandığını bilmeden 15 aydır dört duvar arasında tutulan Osman Kavala için işlemeyebiliyor. Ama diyelim Cumhurbaşkanına hakaret davaları söz konusu olduğunda aynı mekanizmanın hızına yetişilemiyor. Kısacası bazı şeyler jet hızıyla ilerlerken bazılarında sistem kaplumbağaya bağlıyor.
Yılmaz Güney yaşasaydı
İnsan düşünmeden edemiyor: Yılmaz Güney bugün yaşasaydı herhangi bir filmini sansürsüz gösterme şansı olur muydu acaba? Cevabı hepimiz biliyoruz: Filmini göstermeyi bırakın, kendisi “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” suçundan tecrit şartlarında hapiste tutulurdu. Nitekim şakşakçılar sarayda teşekkür konuşmalarını yaparken, bir oyuncu meslektaşları, tiyatrocu Nazlı Masatçı, rolü yüzünden aldığı hapis cezasını çekmek üzere cezaevinin yolunu tutuyordu.
Ünlüler ve sinema yasası
Neyse, biz konumuza dönelim. Yılmaz Erdoğan’ın “100 yılı etkileyecek kadar önemli” bulduğu yasaya, tam adıyla “7163 Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”a biraz yakından bakalım. 2004 tarihli 5224 sayılı kanunda değişiklikler getiren yeni yasada, sinema filmi ile dizilerin aynı kefeye koyulması ve TV dizisi gibi tümüyle ticari bir ürüne Kültür Bakanlığı bütçesinden -vergilerimizdenmaddi destek verilmesi garabetini geçelim bir kalem. (Zaten Cumhurbaşkanı da aynı toplantıda, Körfez ülkelerinde Türk dizilerinin ne kadar popüler olduğundan dem vurarak sinemadan ne anladığını ortaya koymuş, “Türk kültür ve tarihini yansıtan filmlerin sayısının artması gerektiğini” eklemeyi unutmamış.) Yasanın iki maddesi, son 4-5 yıldır sınıflandırma, eser işletme belgesi vb. gerekçeler üzerinden dolaylı yollarla uygulanan keyfi sansürü kurumsal ve kalıcı hale getiriyor. Eski yasanın 7. yeni yasanın 3. maddesinde yer alan yasaklamayla ilgili cümle aynen şöyle: “Değerlendirme ve sınıflandırma sonucunda uygun bulunmayan filmler, ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz.”
Yani yasa uygulandığında, artık sadece kıymeti kendinden menkul bir kurulun uygun bulacağı filmleri izleyebileceğiz kısmetse. Senarist yapımcı Birol Güven, toplantı sonrasında kendini savunmak için yayınladığı mesajda, “Dünya görüşümüz gereği böyle bir maddenin olmasını istemezdik ama bu madde zaten uzun yıllardır vardı ve genel olarak uygulanmıyordu” demiş. İstisna olarak uygulandığı birkaç yabancı filmin adını anmış, ama örneğin Çayan Demirel’in “38” belgeselinin 2007 yılından beri bu maddeye dayanarak yasaklı olduğunu, davasının hala devam ettiğini ya bilmiyor veya bilmezlikten geliyor. Yasak çok sık uygulanmadıysa iktidarın demokrasi sevdasından değil, tepkiden çekinildiği içindir ama şimdi alkışlarınızdan güç alarak sayenizde tepe tepe uygulanacak. 100 yıl sonrasını görenler bunu göremiyor mu, yoksa çıkarları uğruna bizimle alay mı ediyor?
Ekonomik sansür yasası
Biz gene yasaya dönelim. Dikkatler daha çok yasakçı maddeye yoğunlaştı ama aslında başka bir madde daha beter bir ekonomik sansür getiriyor. Sinema Genel Müdürlüğü’nce hangi filmlere ne kadar destek verileceğini kararlaştıran Sinema Destekleme Kurulu’nun yapısı ile ilgili 2. (eski yasada 6.) madde köklü bir değişikliğe uğramış. Eski yasaya göre, Destekleme Kurulu mevcut tüm sinema meslek örgütlerinden (Bakanlık sitesindeki bilgilere göre şu an 9 tane örgüt var) birer temsilci ile bakanlığın seçtiği 3 uzmandan ve kendi temsilcisinden oluşuyordu. Yani 13 kurul üyesinin 9’unun örgütleri aracılığıyla sinemacılar tarafından belirlenmesi öngörülmüştü. Kurulun kendisinden bu denli bağımsız olmasını daha fazla kaldıramayan Bakanlık, son bir kaç dönemdir yönetmelik değişikliğiyle maddeye şöyle bir tırpan atmıştı: Meslek ögütleri kendi üyeleri arasından bir değil üç isim öneriyor ve kurula üye yapılacak ismi bakanlık bunlar içinden kendisi seçiyordu. Yeni yasayla Destekleme Kurulu’nda temsil edilecek meslek örgütü sayısı 4’le (dört) sınırlandırılıyor, üyelerin hangi şanslı meslek örgütlerinden alınacağına da bakanlık karar veriyor. Diyelim bağımsız belgeselcileri temsilen birini istemezse -ki istemeyeceğini tahmin etmek zor değil-, hangi belgesel projelerine destek verileceği kararını aralarında hiç belgeselci olmayan bir kurul verecek.
Yandaş sinemacılar
Yasaya göre bakanlık diğer üç üyeyi de sinema ve akademi camiasından kendi seçiyor, kendi adına bir temsilci atıyor ve çift oy hakkına sahip kurul başkanını da kendisi belirliyor. Yani işin matematiğini özetlersek: Meslek örgütlerini temsilen (Bakanlığın onayından geçmiş) 4 üye ile birlikte hükümetin iki dudağına bakan (biri çift oy hakkına sahip) 4 üyeden oluşan 8 kişilik bir ‘bağımsız’ kurul karar verecek, milyarlarca liralık destek bütçesinin nasıl dağıtılacağına. Bu şekilde, son yıllarda zaten kara listelerle, tartışmalı kararlarla tepki çeken Destekleme Kurulu’nda meslek örgütleri neredeyse kenar süsü haline getirilmiş, destek mekanizmasını yandaş sinemacıların arpalığına dönüştürmenin yasal zemini hazırlanmış oldu. Festival, şenlik, kültürel etkinlik vb. organizasyonlara verilecek desteklere ise bakanlık yetkilileri kendi karar veriyor, bu kararlar hiçbir bağımsız denetlemeye tabi olmuyordu. Son dönemde iktidara yakın festival organizasyonlarının pıtrak gibi bitmesi o yüzden. Yani bu alan zaten yandaşların nemalandığı bir alandı, yeni dönemde öyle olmaya devam edecek.
+18 yaş sınırlaması
Eser işletme belgesi olmayan filmlerin festivallerde gösterimi ile ilgili toptan +18 yaş sınırlaması uygulamasıyla da, bu yaş altındaki gençlerin festivallerde belgesel ve kısa film izlemesi engelleniyor, örneğin bir festivalde çocuklara özel bir gösterim veya bir çocuk filmleri festivali düzenlenmesi imkansız hale geliyor. Güya gençleri ‘zararlı neşriyat’tan korumayı amaçlayan +18 uygulaması festival sansürünün maskesi olarak karşımıza çıkıyor. Saraya çıkan sinema patronlarının alkışladıkları yerli ve milli sinema yasası işte böyle güzellikler içeriyor. Neyse ki seyircinin patlamış mısıra ödediği paralar artık bu cebe değil de o cebe girecek ve yapımcıların kârı -en az 100 yıllığına- korunmuş olacak! 2023’e de “Recep İvedik 10” ve “Organize İşler 4” ile girersek hedef tutmuş olacak inşallah… Kültür Bakanlığı makamını, -aynı toplantıda kültürü ile turizmi bir gördüğünü söyleyen- bir turizm şirketi patronunun işgal ediyor olmasını dert etmeyen bir camianın bundan ötesini dert etmesi beklenmemeli belki de. Yalnız bunlarla kültür olamayacağı için kültürel iktidar sıkıntısı baki kalacak.
Berlinale ve ‘Kız Kardeşler’
Bu hafta dünyanın en büyük sinema etkinliklerinden biri olan Berlinale başlıyor. Festivalin ana yarışmasında Türkiye’den bir film de var: Emin Alper’in yönettiği “Kız Kardeşler.” Şimdi dizilere de koltuk çıkmaya hazırlanan Kültür Bakanlığı’nın destek vermeyi reddettiği filmlerden. Lakin aynı bakanlık yarışmada ülkesini temsil ettiği için Berlinale’de açacağı Türkiye standında muhtemelen filmin posterini en baş köşeye asmak zorunda kalacak, kendi tanıtımını da onunla yapacak. Başka söze gerek var mı?