Öteleme, Türk Dil Kurumu’na göre çok kısıtlı bir tanımlaması olmasına karşın özünde Türkiye’de bu sözcük çok derinlikli anlama sahip bir kavram olma özelliği taşımaktadır. Ne olduğu sorulduğunda ‘bir şeyi belirtmek için ondan önceki ya da sonraki olayları söyleme’ olarak ifade edilir. Fakat bazı kavramlar yazıldığının aksine yaşamda çok daha büyük anlamlar ifade edebilir. Hele Türkiye gibi; ezenin ve ezilenin, haklının ve haksızın, amirin ve memurun, işçinin ve işverenin çok daha büyük yaşamsal standart farkları ile yaşadığı bir ülkedeyseniz bu kavramlar çok daha derinliklidir ve yakıcı sonuçları vardır.
İnsanlık tarihi açısından, toplum içinde haksızlıkların hat safhaya ulaştığı kritik süreçler genelde yaratım süreçleridir. Bu gibi süreçlerde yeni yaratılana bakmaktan, sonuçları üzerine odaklanma çok zayıf kalmaktadır. Olgunlaşmış köleci sistemde denilebilecek feodal çağın sözde bitiminden ardından yeni bir tahakküm sistemi var olmuştur. Bu tahakküm sürecinin yeni iktidar aracı ise; felsefi düşüncedeki dönüşümle, entelektüel gelişme yönünde olağanüstü bir önem kazanan bilimdir. Bilim özünde insanların dünyayı akıl ve deneye dayalı araştırmalar yoluyla kontrol altına almaları ve anlamlandırmaları sayesinde, insanlığa daha rasyonel ve daha iyi bir dünya sunmayı hedeflemiştir. Bilimin geliştirdiği tekniklere dayalı politikalar sermaye sahiplerinin insan emeğine olan ihtiyaçlarını asgari düzeye indirgemek için, kafa ve kol emeğini otomatikleştirme amacı taşıyordu.
Bu dönem bilimsel icatlar ile teknolojik uygulamalar arasında giderek sistematikleşen bir ilişkinin kurulmaya başlandığı, gücün ve servetin bilgiye bağımlı hale geldiği, makinelerin hem kurtarıcı hem de tahakkümcü bir potansiyeli ifade eder. Buna göre, bilimin sistematik olarak sanayiye uygulanmaya başlaması ve teknolojik yeniliklerin süreklilik kazanması sonrasında; sömürü, iş saatlerinin ‘mutlak’ olarak uzatılması yerine üretkenliğin ‘nispi’ bir şekilde yoğunlaşması üzerinde odaklanmıştır. Aydınlanma döneminin iyimser atmosferi içinde insanlığın yoksulluktan ve batıl inançlardan kurtuluşu yönünde bir görev yüklendiğini iddia eden akılcılık, sanayi devrimi sonrasında hızla baskıcı bir karakteristik kazanmış; araçlar amaçları kendilerine bağımlı kılarken, doğa üzerindeki tahakkümün yanında insan üzerinde tahakküm artmış ve üretici güçler yıkıcı güçlere dönüşmüştür. Ve böylece yeni sürecin iktidar araçları kendilerini kurumsallaştırmıştır.
Bu tarihsel gelişim seyri içerisinde toplumsal odaklarda da büyük değişimler oluşmuştur. İnsanlar sadece gelirlerine göre değil bilgi ve bilme düzeylerine göre de sınıflandırılarak toplum birbirine karşıt ve uzak hale getirilmeye çalışılmıştır. Çalıştıkları alanlara göre ele alınan toplum; işçi, öğrenci, avukat, öğretmen ve tabi ki de burjuva ve aristokrat olarak ele alınarak garantör bir yapı açığa çıkarılmıştır.
Kapitalist sistemin gelişiminin bu bilindik hikâyesi, hiyerarşi piramitlerini hem görünmez kılmış hem de çok yönlü hale gelmiştir. Cinsler arası, sınıflar arası, halklar arası ve bu olguların kendi içindeki tahakküm ilişkileri derinleşmiştir. Tahakküm ilişkilerinin derinleştiğini “soykırım” vakasının kapitalist dönemde ne denli büyük kayıplara yol açmış olduğuna bakarak anlayabiliriz. Buna karşı sistem eşitsizliğin hiç olmadığını iddia etmiştir. Ne de olsa kapitalist rüya da herkes, “birey” olarak “eşittir”. Pratik yaşam herkese herkesle ne kadar eşit olduğunu her gün, her an aslında zaten göstermektedir.
Bu gerçekliğin Türkiye’ye yansıması çok daha yaşamsal ve “öteleme” kavramının çok canlı bir şekilde ete kemiğe büründüğü bir şekilde olmuştur. Bu süreç girifttir kuşkusuz ama sade bir cevheri vardır; devletin farklı olana, piramidin altındakine sistematik baskısı. Türkiye’de ulusal dışlanmışlıklar, paramparça edilmiş toplumun en üst perdede sahnelenmesine yol açmıştır. Arap’ı, Süryani’si Ermeni’si ve daha sayamadığımız birçokları Türkiye’de öteki olarak ele alınarak, piramidin altında görülerek, kırımdan geçirilmiştir.
Fakat hiçbir halk Kürtler kadar ötelenmemiş ve hor görülmemiştir. Çünkü kendi olabilmek ve kendi kalabilmek için tahakkümcülere, faşistlere karşı en çok direnen Kürtler olmuştur. Devlet nezdinde Kürt aslında “bilimsel” olarak yoktur ve “garip”! bir şekilde kendilerini var kılmaya sürekli devam etmektedir. Kürt’ün insan olduğu yani aslında “kuyruğunun” olmadığı devletluların zihniyetinde yeni, o da onca mücadeleden sonra kerhen kabul edilmiş olduğunu unutmamak gerekir.
Öyle ki 21.yy’da soykırım tüm dünyada suç olarak kabul edilirken, Kürtlerin toplum kırıma uğratılması, Türkiye’de ve demokratik kamuoyunu bir tarafa bırakırsak dünyada hala meşru ve normal görülmektedir. Ve buna karşılık dışarda ve cezaevlerinde Kürtler, var olabilmenin ancak özgür öncü ile olabileceği gerçekliği temelinde bedenlerini ölüme yatırarak direnmektedirler. Yaslandıkları toplumsallıkları ve önlerinde umutla duran zafer vardır.
İstenmeyen ve yok sayılan halkın evlatları her zaman olduğu gibi direnerek kendi küllerinden var olmayı başaracaklardır.