Tarihe, sosyolojiye, egemenlik paylaşımına dönük bütün anlatıların, hızlandırılmış birer kesitlerini yaşadığımız bir dönemdeyiz. Hızlandırılmış kavimler göçü, hızlandırılmış şiddet prezentasyonu, hatta demostrasyonu. Teknoloji, bu hızın, bu peteklerin gözüne sıkıştırılmış akışın oluşumunu, gelişimini ve kurulumunu yönetmekte. Canlı yayınlarda savaş, darbe, darbe girişimleri, bunun en güncel örnekleri.
Değişen dünya dengeleri ve uluslararası ilişkilerdeki farklılaşmaların bir sonucu olarak, Soğuk Savaş dönemi her ne kadar zihinsel bağlamda devam etse de, gündelik hayatta görülür bir şekilde yerini yeni ve sıcak savaşlar dönemine bırakmaktadır. Bu dönüşümü her gün nefes nefese hissediyoruz; lakin yine de, günümüz dünyasında devam eden sıcak savaşlar yer yer halen soğuk savaşın ara grileriyle yürütüldüğüne tanıklık ediyoruz. Bugünkü dünyanın güçler dengesine baktığımızda birden fazla kutbun varlığı bizi şaşırtmasa da zaman zaman geri dönüp iki kutuplu nostaljiden beslendiğimiz başka bir gerçektir. Hem algısal hem de davranışsal bağlamda oradan çok uzaklaşmadığımız gerçeği, halen sarsılmaz bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Onun için Soğuk Savaş’ın gri alanı olarak ortaya çıkan psikolojik savaş ve onun en belirgin türü ve vazgeçilmez unsuru olan düşük yoğunluktaki çatışmaların (Low Indensity Conflict) içinde debelenip duruyoruz.
Dolayısıyla o döneme ait düşman algılarındaki farklılaşma sonucunda ortaya çıkan terim ve kavramlarla hem kendimizi hem de dünyayı yönetmeye çalışıyoruz. Modern çağın algı yönetiminin yöntemi hiç şüphesiz bu çerçevede devam etmektedir. Onun için şiddet ve terör yöntemleri iç içe geçerek işlev görmektedir. Böylece herkes durduğu yerden ürettiği şiddeti kutsi mitlere dayandırarak karşıdakinin reaktif veya proaktif şiddetini terör olarak görmektedir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan birçok çatışmada haklının haksız, haksızın da haklı olarak yansıtıldığına tanıklık ediyoruz. Onun için haklı veya haksız herkes karşılıklı olarak birbirini terörist olarak nitelendirip durdurmaktadır. Böylece çağımızın en çok kullanılan kavramların başında terör teriminin geldiği söyleyebiliriz.
Esasen Latince’den Fransızca’ya geçen “terreur” sözcüğünün bir türevi olan terör oradan diğer dillere geçmiştir. Bu kavram, bugün küresel düzeyde kötülüğün tarifi olarak kullanılmaktadır. Aslında bir yönüyle egemenlik inşasında araçsallaşan, Chomsky’nin dediği anlamda bir “efsane”.
Çağımızın şiddet nöbetlerinin tercümesi olarak nükseden bu kavramın esas anlamı “korkudan titreme ve titremeye sebebiyet vermek” mealindedir. Kavramın genel kabul görmüş bir açıklaması pek mümkün olmadığına özellikle vurgu yapmak gerekir çünkü herkesin kendi algısal koduna göre bir terör kavramı ve anlayışı söz konusudur. Sosyal bilimlerin, siyasetin ve uluslararası ilişkilerin en istismar edilen kavramı.
Nitekim şiddet ve terör öylesine içi çe geçmiş ki artık her şeyi terör olarak sınıflandırma durumu hasıl olmuştur. Her ne kadar şiddet ve terör ayını şeyler olmasa da ayrıştırıcı izahat tablolarında yok gibidir, çünkü ikisi çok sıkı bir biçimde iç içe işleyen süreçler haline gelmiştir. Oysa terör failinin motivasyonu, korku yayma isteği ve ideolojik arka plan ve şiddetin kullanım şekli niteliğini kristalize eder. Bunun tarihteki en bilindik örneğiyse 1789 devriminden sonra Jacobinlerin korku ve şiddeti araçsallaştırarak iktidarı elle geçirmek için başvurduğu yöntemdir. Yani terörün esas doğum yeri birebir devletin kendisidir. Başka bir ifadeyle terörün babası her zaman devlettir, ister açık ister gizli olsun.
Dolayısıyla bu kavramın kendisinden ziyade, bunu kimin kullandığı ve araçsallaştırdığı meselesi ayrıca önemli. Buradan hareketle terör yöntemleri, hem yerel hem de genel unsurlara yönelik baskı, yıldırma ve katıksız şiddet içeren yolun kullanımı devlet olarak bildiğimiz sosyal kurgunun bir parçasıdır. Onun için toplumsal ve kültürel eksenden politik arenaya çıkan sosyal ve siyasal hareketlerin gözünü korkutmak veya yıldırmak için dehşet öğeleri kullanarak üstünlük sağlama mekanizmasının kendisidir terör. Bir nevi şiddet eylemlerini sistematikleştirerek bütün toplumsal kesimleri tekinsiz ve endişeli bir ortama sürükleme mühendisliğidir aynı zamanda. Bunun araçlarını tekelleştiren en sistematik mekanizmadır devlet.
Bu mühendisliğe karşı ortaya çıkan şiddet unsuru ne kadar yıkıcı olursa olsun terörle aynı değildir. Bunun en bariz örneklerinden biri Filistin halkının haklı mücadelesi, Güney Afrika yerlilerinin büyük davası, Latin Amerika’nın birçok yerinde yükselen özgürlük arayışı ve Kürtlerin Ortadoğu’daki hak talepleridir. Bütün bunlar, kültürel, siyasal ve ekonomik olarak meşru talepler olmasına rağmen devletler her birini birer terör unsuru olarak damgalayıp, itibar kaybını yaratarak derin çatışma ortamlarına çekmiştir.
Dolayısıyla kurumsal terörün yöntemlerinin başat belirtisi, siyasi amaçlar üzerine bina edilen sistemli bir şiddet stratejisi olmasıdır. Tahrip ettiği değerler merkezi, toplumların dini, ırki, ekonomik ve sosyal yapısını ideolojisi doğrultusunda araç olarak kullanarak katı ulusalcılık ve ırkçılığı körükleyerek geniş bir yelpazeye ulaşmayı hedeflemektedir. Gücünü tahkim etmek için bütün mekanizmaları devreye sokarak şiddeti toplumsal hayatın bir parçası haline getirir, bütün toplumu anomiye sürükler. Bu durum tersyüz edilmiş hakikatin bir paradoksu olarak topluma sirayet etmeye başlar. Dolayısıyla kimin haklı kimin haksız olduğu hususu değerler skalasına göre değil de, güç oranına göre tanımlanmaya başlar ve tek karar verici devlet erki olur. Böylece kimin terörist ve kimin özgürlük savaşçısı olduğu hususunu belirleme yet(k)isi devlet kurumuna geçer.
Dünyanın en büyük ve en bilindik halkların özgürlük mücadelelerine ilişkin devletlerin bakış açısı böyledir. Bu aynı zamanda güvenlik endüstrisine dönüşmüş durumda ve dünyaya ihraç ediliyor. Yani hepsini toptan şiddet yanlısı ve terörist olarak görür ve sözüm ona karşı mücadeleyi ona göre temellendirmeye çalışır. Uzun bir süre Filistin halkının haklı davası hem bölgesel hem de küresel güçler tarafından bu çerçevede ele alındı. Bugün ise Kürtlerin meşru mücadelesinin aynı eksende ele alındığına tanıklık ediyoruz.
Ama dünyanın Filistin davasına karşı tutumu nasıl değiştiyse Kürtlerin mücadelesi karşısında bakışlarının da her geçen gün değiştiğini hep beraber görüyoruz, çünkü Kürt özgürlük hareketinin milenyumla beraber yaşamaya başladığı dönüşüm, beraberinde temel bir eksen değişikliği getirdi. Dolayısıyla Kürt özgürlük hareketinin siyasi ve sosyal dönüşümüne bakmadan onu salt “terör” dairesine çekmenin kendisi başlı başına çatışma üreten bir mesele. Dolayısıyla otuz yıl önceki ideolojik ve askeri eylemleriyle bir hareketi sınıflandırmanın siyaset kurumuna hiçbir şey kazandırmayacağı gibi devletlerin meseleye yaklaşımı açısında da oldukça sakıncalı bir durumdur. Çünkü böyle bir yaklaşım Kürt özgürlük hareketinin geçirdiği olgusal dönüşümleri görmezden gelmektir. Bu bakışın ve sabitlemenin yarattığı şey, sorunu çözmek değil, daha da katmerleştirmek ve “ertelemek”.
Ne yazık ki Türkiye’nin Kürt özgürlük hareketleriyle kurduğu ilişki halen bu eksendedir ve o sebeple de her talebini terör çerçevesinde sabitlemektedir. Oysa küresel güçlerin Kürt özgürlük hareketine dair bakışı Suriye süreciyle beraber bir şekilde değişmiştir ve her geçen gün daha da dönüşecektir. Bu salt bir kurgu değil, aynı zamanda ifadesini sahada bulan bir hakiki şeydir. Bütün bunlara Ortadoğu’da olup bitenlerin tarihsel derinliği içinde bakmak gerekir. Onun için Kürtlerin Suriye’deki mücadeleleri o tarihsel dönüşümlerden birdir.
Zira terörizme karşı verdikleri mücadeleyle tarihin en önemli paradigmal değişikliğini ortaya çıkarmış ve bu yeni nesnel durum onlara yeni bir dünya penceresi açmıştır. Yani terörün kendisi olarak görülmekten, teröre karşı bir politik kategoriye dönüşmüştür. Bunu sağlayan esas şey ise Kürtlerin Suriye’deki etkin varlıklarıdır. Bunun kısa tercümesi, küresel güçlerin Suriye’deki Kürt güçleri terörist olarak görmediği anlamına gelir. Lakin tarihten yakın bir zamana kadar bütün Kürt gayretleri hem yerel bazda hem de küresel düzeyde terör bağlamında ele alınmıştı. Bugün ise Kürt güçleri ve onun yerel müttefikleri terörizme karşı güvenilir tek müttefik olarak kabul görmektedir. Suriye’deki savaşla beraber ortaya çıkan bu nesnel durum bütün küresel güçlerin Suriye’deki Kürt güçlerine bakışını bu çerçevede değiştirmiş ve Kürtleri güvenilir tek müttefik olarak kabule zorlamıştır. Bu yeni durum ayni zamanda Ankara’nın Kürt siyasi dünyasına karşı ördüğü ağların mütemadiyen yıkımı demektir. Dolayısıyla Kürtlerin Suriye’deki siyasi mücadeleleri ve seküler dünya bakışları, başta dünyanın seküler devletlerin onlarla ilişki kurmaya sevk etmiş ve böylece bölge devletlerin Kürt tezlerine büyük bir darbe inmiştir.
Dolayısıyla AB, ABD ve RF başta olmak üzere bazı Arap ülkelerinin Suriye Kürtlerine dair açıklamalarını bu kapsamda okumak gerekir. Bu noktadan hareketle bölgesel gelişmelere bakarken, Türkiye’nin Suriye Kürtlerinden bir terör unsuru yaratma paradoksu yerle bir olmuştur. Bölgesel düzeyde çöken bu mit yavaş yavaş bütün dünyaya sirayet etmeye başlamıştır. Bu da küresel güçlerin bundan sonra Kürtlerle kuracağı ilişkinin tamamıyla yeni paradigmalar üzerinde kurulacağı anlamına gelmektedir. Tıpkı İrlanda, Güney Afrika, Filistin ve Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde olduğu gibi, mücadele sonunda elde ettikleri kazanımlara benzer bir sürecin Kürtleri de sarmaladığını söyleyebiliriz. Dünyanın o gri halleri hafiften ışık almaya başladığını hep birlikte göreceğiz. Lakin Kürtlerin Suriye’deki mücadeleleri insanlığın ortak değerlerini yıkmak isteyen terörizme ve onun oyun koruyucularına karşı ortak bir insanlık savunuculuğudur ve bu erdemli beyan, seküler dünyaya önemli ölçüde güven vermektedir, dünyanın bazı halleri gri de olsa, bu böyledir.