Sosyolojide, siyasette ya da kültürel alanda belirli bir anlamı olan terimlerin, çığırından çıkarılarak küçümseme/hakaret formatında kullanılması bu topraklarda yeni bir şey değil. 60’larda, 70’lerde filan da öyleydi. Mesela devlet resmiyetinde “anarşist” dendi miydi bütün devrimciler kastedilirdi, solun iç polemiklerinde de geleneksel çizgiden kopan, biraz silahlı işlerle uğraşan aşağı yukarı herkes aynı sözcükle yaftalanırdı. Neyse işte, sonunda oldu, o iş bitti, hakiki anarşistler zuhur etti, açtılar kara bayraklarını, sen sağ ben selamet!
Tam benzemiyor tabii ama “marjinal” sözcüğünün kaderi de böyle oldu biraz. Hep vardı belki ama özellikle son bir aydır, (nedense tam da HDP aday listelerinin oluştuğu günlerde!) “Marjinal sol gruplar” lafı dillere yine yapıştı kaldı. Yapıştı kaldı ve çığırından da çıktı. Bazı Kürt gruplarının HDP’ye yaptığı eleştirileri anlamak mümkün belki, tamam. Onların daha çok Kürt hareketinin “Türkiye demokratik güçleriyle birlikte yürüme” siyasetine yönelik eleştirileri var; olabilir, ben karışmam. Ama özellikle sosyal medyada polemiklerinde, mahallesinde aday olsa amcasından bile oy alamayacak adamların “marjinal gruplar” diye söze başlaması çok sıkıcı değil mi? Adamın Diyarbakır’dan aday olacak yüzü yok da gelmiş SP’nin İstanbul listesine sığınmış, ama “HDP marjinal sol gruplara teslim oldu” diye şakıyıp duruyor.
Bir defa o iş öyle değil.
Önce bir düzeltelim ve altını kalınca çizelim: Devrimci hareket, sosyalist sol, bu topraklarda, marjinal filan değildir. Burada, birbirine karıştırılan iki şey var. Türkiye sosyalist hareketinin çeşitli öbeklerinin örgütsel-fiziki zayıflığı, toplumsal hareket üzerindeki doğrudan etkisinin azlığı ayrı bir şey; bu hareketin toplamdaki atmosferi, bu topraklardaki ruhu başka bir şeydir. Birincisi, uzun bir tartışmanın konusudur, yapılabilir, keşke daha çok yapılsa. İkincisi ise başka bir şeydir. Fulya’nın, Beşiktaş’ın, Maltepe’nin sokaklarından kopup Gezi’ye gelen çocuklar öyle uzay boşluğundan filan çıkmadılar. Bu toprakların vicdanından, ahlakından söz ediyorum. Yeni değil, dün çıkmadı ortaya. O genel ruh, öğrencisini “evladım sakın hırsızlık yapma” diye öğütleyen yarı-kemalist ‘eski moda’ öğretmenlerimizden ta Kızıldere’ye, hatta bir ucuyla Fis köyüne kadar uzanan karmaşık, tanımlanması zor bir şeydir. Tertemiz midir? Hayır. Hatasız mıdır? Hayır. Ama öyle basit değil, hiç değil. Deniz’in sehpada ayakları titremediği için, İbrahim yoldaşlarını satmadığı için, Mahir o çatıdan o sözleri söylediği için biz hepimiz varız. Bu bir zincir. Ahmet de o atmosferin yüzü suyu hürmetine var; Veli de, Barış da, Oya da aynı zincirin parçaları… Kadıköy’daki liseliler ağaç kovuğundan çıkmadı ki; yirmi beş yıl önce de Manisa’da dövdüler onları; tarih dün başlamadı, yarın sabah da bitmiyor. Behice Boran’ı bugün hâlâ anıyoruz, çocuklarımıza Yaşar Kemal armağan ediyoruz, çantamızda Edip Cansever var, ODTÜ’nün A-1 kapısı hâlâ Ertuğrul Karakaya kapısıdır. Bu, karmaşık, tanımlanması zor ama harikulade bir şey…
Yani siz, önünüzde yürüyen bir topluluğa bakıp, hesap makinanızla grupların sayılarını birbirine ekleyerek bir sonuca varamazsınız. Ne Halkevleri sadece Halkevleridir, Ne TİP sadece TİP, ne ESP sadece ESP. Kadınlara bakın mesela, “aman işte üç beş huysuz feminist” şeklindeki salakça laflar tarihe karışalı ohoo, kaç yıl oldu? Gezi’de henüz çocuk olan kızım, aynı günlerde aynı yerde bulunmuş bir başka çocukla şimdi lisede karşılaşıyor, şaşırıyor muyuz? Bu bir toplam ve tümünün gerçek etki alanı, aritmetiğin ötesinde bir yerde, bütün bu bölük pörçük görünen tablodan çıkan genel enerjidedir. Bir 31 Mayıs gecesinde, kendi kol gücü yetmediği için kovayla taş toplayan eski TKP’yi abiyle, kovayı alırken ‘eyvallah usta’ diye selam sarkıtan Dev-Lis’li bebenin formüle edilemez elektrik akışıdır o… Kürt hareketinin stretejik olarak güç birliği yaptığı da, aslında tek tek yapılar değil, bu topraklardaki işte bu genel demokratik güçler damarıdır. Bu damar, bir belirli anda, dürüst bir gazetecinin, bıçkın bir tiyatrocunun kimliğini öne çıkarıyorsa, bu üzülmemiz gereken bir şey değildir. Bu çocuklar ve onları doğurup yetiştirenler, tıpkı Kurtuluş’ta pencerelerden üstümüze limon yağdıran teyzeler gibi, bizim ‘marjinal’ dünyamızın parçalarıdır.
Budur.
Budur. Bundan ötesi de, ‘marj’dır. Biz onun içinde değiliz; olana da mübarek olsun.