“Baş düşman hangisi? Askeri diktatörlük mü? Bolivya burjuvazisi mi? Emperyalizm mi? Hayır, yoldaşlar. Size sadece şunu söylemek istiyorum: Bizim baş düşmanımız korkudur. Onu içimizde taşıyoruz.”
Bolivyalı beş kadının tarihi eylemini anlatmaya, aralarından birinin bu sözleriyle başlıyor Eduardo Galeano, “Ateş Anıları”nda. Domitila Barrios de Chungara, kocası Catavi kalay madenlerinde çalışan kadınlardan biriydi. Koca gibi baba da madenciydi, kuşaktan kuşağa miras geçen bir yoksulluk sarmalının içinde büyümüştü. 10 yaşında annesini kaybetmiş, daha o yaşta beş kardeşinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmış, evlendikten sonra da aynı sefil koşullarda yedi çocuk daha büyütmüştü. Bolivia, diktatör Hugo Banzer’in askeri reijim altında inlerken, Domitila maden işçilerinin hakları için bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu. 1978’de dört kadın yoldaşıyla birlikte, yanlarına çocuklarını da alarak başkent La Paz’a indi.
“Açlık grevine Noel’de başladılar. Kimse onlara inanmadı. Birçok kişiye bu güzel bir şaka gibi göründü: ‘Beş kadın bu şekilde diktatörlüğü devirecek!’”
Bu işin şaka falan olmadığı kısa sürede ortaya çıkacak, kadınların başlattığı açlık grevi binlerce Bolivyalının katılımıyla dalga dalga yayılacaktı. “Yemeyi, çalışmayı bırakan Bolivyalıların sayısı üç bine, on bine, sonra da sayılamaz miktarlara ulaşıyordu ve açlık grevinin başlangıcından yirmi üç gün sonra halk sokakları işgal edecekti; artık bunun önüne geçmenin imkanı yoktu.”
Bu şekilde o beş kadın, gönüllü açlıklarıyla Bolivya’da diktatörlüğün devrilmesine giden yolu açmış oldu. Domitila’nın sonraki hayatı da sendikal örgütlenme ve hak mücadelesi içinde geçecek, 2012 Mart’ında 74 yaşında öldüğünde Evo Morales yönetimi ülkede 3 gün yas ilan edecekti. Emily Achtenberg’in ardından yazdığı gibi o, ülkedeki sömürünün, baskının, zulmün, yoksulluğun, ataerkilliğin canlı bir tanığıydı, ama aynı zamanda sıradan bir vatandaşın nasıl köklü bir değişimi tetikleyebileceğinin de canlı timsaliydi.
Nasrin Sotoudeh, İran’da bir çok muhalif ismin -Nobel Barış Ödüllü Shirin Ebadi dahil-, gazeteci ve kadın hakları aktivistinin vekaletini üstlenmiş bir avukat. Çocuk yaşta işledikleri suçlardan ölüm cezasına çarptırılmış gençlerin de davalarını izliyor. Kısacası rejimin diş bilediği namakbul vatandaşlardan biri. 2009’daki tartışmalı seçimlerin ardından, 2010 sonbaharında “devlet karşıtı propaganda” yapmak suçlamasıyla tutuklanarak namlı Evin Hapishanesi’nde tek kişilik hücreye atılıyor Nasrin. Tutukluğunun ilk ayında tecrit koşullarına, ziyaret ve telefon kısıtlamalarına karşı dört hafta süren bir açlık grevi yapıyor. İki yıl sonra, yine aile bireylerinin ziyaretinin engellenmesi üzerine tekrar açlık grevine giriyor. 49’uncu günde bazı parlamento üyelerinin onu ziyaret etmesi ve taleplerinin kabulü üzerine açlık grevine son veriyor. Yoğun uluslararası baskılar karşısında 2013 sonbaharında cezasını tamamlamadan salıveriliyor. Nasrin Sotoudeh geçen yaz başında yeniden tutuklanıp benzer suçlamalarla beş sene daha ceza alıyor. İçerideki hak ihlallerine karşı yine bir açlık grevi yapıyor. O günden beri de cezaevinde ve tüm bu cezalandırma silsilesi boyunca sayısız uluslararası ödüle layık görülüyor ve İran muhalefetinin onurlu seslerinden biri haline geliyor.
Leyla Güven, yıllarca Almanya’da yaşadıktan sonra ülkesine dönüp siyasete atılıyor. Bu kararı veren her gerçek muhalifin başına gelen onun da başına geliyor elbet; belediye başkanlığından milletvekilliğine uzanan siyasi kariyeri gözaltı ve zindanlarla atbaşı gidiyor. Ekim 2007’de başka bir siyasetçiyle dayanışma açıklamasından dolayı gözaltı, 2009’dan 2014’e kadar beş yıla yakın hapis, geçen yılın ocak ayından beri tutukluluk, Haziran 2018’de milletvekili seçilmesi üzerine önce tahliye kararı, ardından cezaevinden çıkmasına bile izin verilmeden yeniden tutuklama kararı… Kürtlere farklı bir hukuk sistemini layık gören guguk devletinin olağan halleri. Hayatının son bir yılını zindanda geçirme gerekçesine bakın: Afrin operasyonuna yönelik sosyal medya paylaşımları. Devletin kısa mesajı şu: Türkiye’de siyasetçinin makbul olanı ordunun dış müdahelelerine vs. karşı ses çıkarmayanıdır, ötekilerin yeri zindandır. Açlık grevi üzerine söz söylerken insan bir kaç kez düşünmeli. Başkalarına tavsiye edilecek, çıkış olarak önerilecek bir eylem biçimi değil; ama kendi iradesiyle buna karar vermiş olanı yargılamak da kimsenin haddine değil. Tersine açlık grevine çıkmış insanla dayanışma göstermek, bırakın solculuğu, adaleti azıcık dert edinen herkesin görevi olmalı. Hele o grevi yapan seçilmiş bir milletvekili ise ve açlık grevi 80. günlere girmiş, kalıcı hasarlara yol açmaya başlamışken. Açlık grevine evinde devam eden Leyla Güven’in talebi ters mi geliyor size? Öcalan üzerinde uygulanan tecrit ve keyfiyete eyvallah diyorsanız, hukuk alanındaki tüm keyfi uygulamalara da onay veriyorsunuz demektir. Adalet dediğiniz şey, canınızın istediğine yakıştıracağınız, istemediğine uygulanmasa da olur diyeceğiniz bir meret değil çünkü. Bu Türkiye’de de böyle, Bolivya’da veya İran’da da.