Alman faşizminin sistematik bir biçimde katlettiği altı milyon Avrupalı Yahudi ile faşizmin diğer kurbanlarının anısı, Kızıl Ordu’nun Auschwitz Toplama Kampındaki tutsakları kurtardığı 27 Ocak 1945’in her yıldönümünde burjuva politikacılarının bol hümanizm soslu, güya ırkçılık ve Antisemitizm karşıtı söylemleriyle “yaşatılır” oldu. Faşist Alman ordusunun Sovyetler Birliği’ni yok etmek için yürüttüğü saldırı savaşında 20 milyon Sovyet vatandaşının yaşamını yitirmesine, toplama kamplarında katledilen komünistlere, sosyalistlere, Sinti ve Roma halkına, eşcinsellere, engellilere pek değinilmez. Hele Holokostu, faşizmi ve savaşları doğuran asıl nedene ise hiç dokunulmaz.
İkinci emperyalist paylaşım savaşının ardından 1949’da resmen kurulan Alman Federal Cumhuriyeti, işgal güçlerinin dayatmasıyla kaleme alınan Bonn Temel Yasasının ilerici maddeleri ve “nazilikten arındırma işlemleri” “Entnazifizierung” nedeniyle “Almanya geçmişiyle hesaplaştı” yalanı bugün dahi kimi sol kesim arasında bile kabul görüyor. Nedense Alman faşizminin devlet aparatında yer almış kimi unsurların 1970’li yıllara kadar “yeni” Alman devletinin karar verici mekanizmalarında yer almış olmaları, istihbarat teşkilatını kurmaları, Federal ordunun militaristleştirilmesini sağlamaları, hatta Nazi hakimlerinin Federal Cumhuriyetin başbakanlığına dahi getirilmeleri unutuluyor.
Alman faşizminin yenilgisi, ki bu yenilginin temel nedeni Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun kararlılığıdır, emperyalist Alman burjuvazisinin unutmadığı, ancak günümüzdeki etkin konumuna gelebilmek için on yıllarca usta bir biçimde kullandığı bir olgudur. Alman burjuvazisi, faşizme karşı mücadele veren ve bedel ödeyen Alman komünistleri ile devrimcilerinin “Bir daha asla!” şiarını uzun yıllar boyunda devlet aklıymış gibi göstermeyi başardı. Böylelikle asıl devlet aklının, yani İsrail devletini ve işgal politikalarını her koşul altında desteklemenin ve İsrail üzerinden Ortadoğu’daki sermaye çıkarlarını kollama politikalarının üstü örtülebildi. İster sosyal demokratı ve Yeşili olsun, isterse de muhafazakârı ve liberali – Almanya’daki tüm burjuva partilerinin sadık kaldığı devlet aklı buydu.
Bugün ise ırkçı-faşist AfD partisinin de bu devlet aklına sadakat ilân ettiğine tanık oluyoruz. Aslında bu da eşyanın tabiatına aykırı değil, çünkü İsrail devletinin ve politikalarının desteklenmesi, Alman emperyalizminin uzun vadeli stratejik hedeflerinin taşıyıcı sütunlarından birisidir. Aynı zamanda iç politikada ayırımcılık ve ırkçılığın enstrümentalize edilmesinin gerekçesi. 27 Ocak’ın yıldönümünde Şansölye Merkel ve diğer Alman politikacılarının “ülkemize gelen Müslümanların Yahudi nefretinin” oluşturduğu tehditten bahsetmeleri boşuna değildir. Genelleme yapılarak İslam düşmanlığını körükleyen böylesi bir “Antisemitizm karşıtlığı” elbette ırkçı-faşistlerin de işine gelmekte, güya Antisemitizme karşı çıkıyormuş gibi görünerek, “demokrat” olduklarını iddia etmelerini desteklemektedir.
İsrail devletine ve uygulamalarına yönelik her türlü eleştirinin “Antisemitizm” suçlamasıyla diskredite edilmesi, hatta ilerici Yahudilerin kendi hükümetlerini eleştirmelerinin “Yahudiliğin kendi kendinden nefreti” biçiminde gösterilmesi, bilinçli bir demagojidir. Böylelikle Semit halklar arasında ayrım yaparak, tersinden Antisemitik duruş sergilenmektedir. Antisemitizmin, yani Yahudi düşmanlığının ve ırkçılık ile savaş kışkırtıcılığının asıl toprağı kapitalizm ve egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileridir. Faşizme, ırkçılığa ve Antisemitizme karşı mücadele, özünde antikapitalist ve antiemperyalist olmak zorundadır. 27 Ocak 1945’in yıldönümünde değişmeyen gerçek bizce budur.