Venezüella’da Maduro karşıtı ABD destekli darbe girişimi, hem küresel ölçekte hem de sol içerisinde bir tartışmayı alevlendirdi. ABD ve yanındaki devletler hızla darbeyi destekleyip Maduro’yu gayrı meşru ilan ederek, kendisini başkan ilan eden sağcı Juan Guaidó’yu tanıdıklarını açıkladılar. Buna karşılık başta Rusya ve Çin olmak üzere bir dizi ülke, darbeyi bir dış müdahale olarak ilan edip, verili hükümete desteklerini açıkladılar. Böylece Suriye’de karşı karşıya gelen iki güç odağı bir kere daha birbirlerine karşı konumlanmış oldu. Bu konumlanışta Türkiye’nin duruşu, yaşamakta bulunduğu sıkışıklığın belirginleşmesini ortaya çıkarması bakımından önemli bir gösterge oldu. Türkiye uzun süredir Suriye’de, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendi çıkarlarını realize etmeye dayanan, bir dış politik hat uyguluyor. Hem Rusya’yı hem ABD’yi bir çeşit idare etmeye dayanan bu siyaset, iki güç bloğu arasındaki çatışmanın dünyanın başka bölgelerinde kendini göstermesiyle beraber sonuna gelmiş görünüyor. Emperyalist güçler tüm dünyayı söz konusu çatışmada taraf olmaya zorlarken, kimin nerde taraf olacağının, o ülke ile kurulacak ilişkilerin de boyutunu belirleyeceğini ilan ediyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo “Bütün ülkelerin taraf tutma zamanı geldi. Ya özgürlüğü seçen güçlerin yanında olursunuz, ya da Maduro ve kargaşasını seçersiniz” diyerek bunu özetlerken, iki güç bloğu arasındaki boşlukta siyaset döneminin sona erdiğini açıklamış oldu. Pompeo bu çıkışıyla, aynı zamanda kendilerinden yana olmayan ülkelerin benzer girişimlerle karşı karşıya kalacağı tehdidini de yapmış oldu.
Erdoğan, muhtemelen Maduro’nun başına gelenlerin kendi başına gelme olasılığını önden gördüğü için hızla Maduro’yu destekleyen bir konuma geçti. İlginç olan Erdoğan’ın bu tavrının, sol içerisinde başka bir tartışmayı alevlendirerek bir eksen kaymasını açığa çıkarmış olmasıdır. Erdoğan’ın Maduro ile kurduğu, henüz tam deşifre olmamış ekonomik ilişkileri ve kendi geleceğini koruma kaygısıyla ABD destekli darbe karşısında durması, Maduro’nun sarayla kurduğu ilişkiye haklı olarak öfkelenen kimi sol yazarları ABD darbesini desteklemeye itekledi. Maduro’nun yanlışlarını sıralayarak, onu Erdoğan’la özdeşleştiren ve burada kendi konumlanışını tarif eden bu yaklaşım kendisine, anti-emperyalist duruşu kendince sorgulayan başka bir cepheden destek aldı. Egemenlerin pragmatist tutumlarından yola çıkarak ezilenlerin rotasını çizmeye kalkışmanın varacağı noktanın, çatışan egemen güçlerden birinin arkasında yer almak olacağı gözden kaçırıldı. Oysa sosyalistler, siyasal olaylar ve olgular karşısında kendi sınıfsal konumları ve teorik tarihsel perspektifleriyle hareket ederler.
Hiçbir tereddütte yer bırakmadan vurgulamak gerekir ki, nasıl ki reel sosyalizmin uygulamalarına yöneltilen eleştiri, sosyalizmin kendisine yöneltilen karalama ve yok saymayı haklı çıkarmıyor, işçi sınıfı ve sınıf devrimini yanlışlamıyorsa, Maduro’ya yöneltilen eleştiri de ABD emperyalizminin Venezüella halkına yönelen saldırısını haklı çıkarmaz. Maduro’yu eleştirmek hiç kimsenin emperyalist müdahalenin arkasında durmasını meşrulaştıramaz. Emperyalizmin, tam da Lenin’in söylediği gibi yeni bir paylaşım savaşına giriştiği, dünyayı ezilen halkların cehennemine çevirdiği bir evrede, emperyalizme kaşı mücadelenin bittiğini söylemenin, bizzat emperyalist yağma ve kan siyasetine ortak olmayı getireceği görülmelidir. Dünya halkları, demokrasi ve özgürlük söylemleri altında emperyalist müdahale ve saldırıların, kendilerine nasıl cehennemler yarattığını, tarihsel tecrübeleri ile öğrenmişlerdir. Venezüella’da ABD emperyalizminin Maduro’yu değil bütün Venezüella halkını ve onun Çavez’den bu yana kazanımlarını hedef aldığı çok açık ortadayken, basit Maduro eleştirileri ve antiemperyalist mücadelelerin sona erdiği söylemleri üzerinden ABD müdahalesini aklamaya kalkışmak, halklara ihanete varacak kadar büyük bir savrulmaya varmak demek olacaktır. Herkes tarafını belirlemelidir. Ya emperyalistlerden yanasınız ya da ezilen halklardan
Bu noktada Maduro’nun karşı karşıya kaldığı darbe girişimi ve darbeye gerekçe oluşturan uygulamaların güler yüzlü, insancıl 21. yy sosyalizmi tezlerini sonlandırdığı da kabul edilmelidir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerini sonlandıracak devrimci zora başvurmadan, sermaye ve mülk sahipleri ile yan yana bir sosyalizm hayalinin geldiği yer, mülk sahiplerinin karşı devrimci hamlesi olmuştur. Kapitalist mülkiyete son verilmediği, sermaye yok edilmediği sürece, böylesi saldırıların devam edeceği görülmelidir. Lenin bir kere daha haklı çıkmıştır.
“Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın, daha güçlü düşmana karşı, yıkılışıyla (tek bir ülkede de olsa) direnişi on kat artan ve gücü sadece uluslararası sermayenin gücünden, burjuvazinin uluslararası ilişkilerinin gücü ve sağlamlığından değil, alışkanlığın gücünden, küçük işletmenin gücünden kaynaklanan burjuvaziye karşı en amansız, en acımasız savaşıdır… Bütün bu nedenlerden dolayı proletarya diktatörlüğü gereklidir ve burjuvaziye karşı zafer, uzun süreli, inatçı, amansız bir ölüm kalım savaşı verilmeksizin, dayanıklılık, disiplin, sağlamlık, sarsılmazlık ve irade birliği gerektiren bir savaş verilmeksizin olanaksızdır.”*
* V.İ.Lenin, ‘Sol’ Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı