E, ama yeter artık! Hakikaten yeter!
Linç etmeyelim, eyvallah. Elimizde kırmızı kalemle gezip onun bunun üstünü çizmeyelim, kendimizi bunun için de yetkili görmeyelim, tamam.
Ama basitleştireyim isterseniz. Orada, bir cezaevinin hücresinde bir kadın var; tam adıyla yazayım: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin seçilmiş milletvekili olan bir kadın. Burada da bir adam var; onun orada olmasını sağlayan, isterse eğer tek bir cümlesiyle o gövdenin gün be gün erimesini durdurabilecek olduğu halde bunu yapmayan, dahası bizzat kendisi bu erimenin sorumlusu olan bir adam.
“Adam kazandı” denilmişti ya hani; kimse hatırlamak istemiyor ama kadın da kazanmıştı o gün; birisinin aldığı oy, diğerininki çekirdek filan değildi. Biri zindanda şimdi, diğeri konser salonunda…
Çok mu basit anlatıyorum? Evet, öyle. Çok basit çünkü her şey… Bir kadın var, bir de adam. Biri içeride, diğeri onu içeride tutuyor. Biri kilit altında; diğerinin elinde o kilidin anahtarı var.
Linç etmeyelim, öyle mi? İyi. Etmeyelim.
“Ama o şarkılar ne güzeldi, unutalım mı şimdi” diyorlar şimdi bize. Bunak mıyız biz? Neden unutalım o güzel şarkıları, filmleri, şiirleri?
“Sanatçı ille de muhalif olmak zorunda mı” diyorlar bize. Değil tabii; hayatı boyunca toplumsal bir sorun üzerine tek kelime etmemiş olan Adile Naşit’i sevmedik mi biz? Olma kardeşim, muhalif filan olma. Çıkmışsın sahneye, işini yapmışsın, adam da gelmiş izlemiş. İyi. Ne diyeyim buna ben? Sana da bir lafım yok zaten. Aşırı bir beklentiye hiç sahip değilim.
Ama biri bana, “sanatın birleştirici gücü” ya da “iklim yumuşaması” üzerine bir şey söylerse; biri bana “bakınız ayrı görüşlerden insanlar bir arada bulunabiliyorlar” gibi inciler yumurtlarsa, orada durun! Kimse aklımızla oynamaya çalışmasın!
Burada yaşıyoruz biz. Türkiye’de. Kavafis bizim için yazdı o dizeleri, başka bir ülke yok, başka bir şehir yok, burada yaşıyoruz ve salak filan da değiliz.
Kadın gerçek. Sonuna kadar gerçek ve açlığı da gerçek… Bir derdi var; onu da söylüyor zaten açıkça. Bir kapının açılmasını istiyor, o kapıdan öteye aydınlık için bir yol bulunabileceğini düşünüyor.
Adam ise oynuyor. Bunu anlamayacak kadar aptal olunabilir mi? Dün yetmiş yedi yaşında bir sanatçı gözaltına alınıyor, ertesi gün bir başkasına plaket veriliyor, daha ertesi gün bir başkası kürsüden ‘hain’ ilan ediliyor, vs. vs… Bakın seversiniz sevmezsiniz ama Demirel, son nefesini verdiği ana kadar, bir defacık olsun Deniz Gezmiş’lerin idamında hata yaptığını söylemedi. Türk siyasi hayatının gelmiş geçmiş en büyük pragmatistidir ama bu konuda hiç tutarsızlık yapmadı. Ama biz meclis küsüsünden Erdal Eren için gözyaşı döküldüğünü de, “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılır” lafını da birkaç ay arayla duyduk.
Adam oynuyor. Oynuyor ve kazanıyor.
Sizin de canınız oynamak istiyorsa, buyurun, meydan boş.
Ama bizim aklımızla oynamaya kalkmayın.
Geçtim daha öncesini, son beş yılı gün be gün yaşadık çünkü biz. Kan aktı bu ülkenin sokaklarında, akmaya da devam ediyor. Cumartesi günleri daracık bir sokakta hala yaşlı kadınlar itilip kakılıyor. Ankara Garı’nın duvarlarında hala çığlıklarımız asılı. Berkin hala açık bir yaradır kalbimizde ama Berkin’in annesine söylenenler daha da ağır bir yaradır.
Linç etmeyelim mi? Etmeyelim. Linç bizim işimiz değil; bizim fotoğraflarımız hep yanmakta olan otellerin merdivenlerinde çıkar, elimizde süpürge sapıyla… Olsun, yine de linç bizim işimiz değil.
Bıktık artık ama. Ölmekten bıkmadık; o da bizim işimiz. Ölürüz, tamam. Ama aptal zannedilmekten bıktık. Gidin kimin önünde eğiliyorsanız eğilin, hangi notayla hangi iklimi nasıl yumuşatıyorsanız yumuşatın.
Bizi karıştırmayın ama. Salak değiliz biz.
Orada, bir cezaevinde bir kadın var. Seçilmiş bir milletvekili. Bir kapı açılsın ve oradan bu talihsiz topraklar üstüne bir parçacık ışık düşsün diye yetmiş altı gündür aç o kadın.
“Anne beni bırakma” diyor ya Sabiha. Ne Sabiha’yı ne de bizi bırakır o. Göreceğiz, hep birlikte göreceğiz bunu.
Siz asıl kendi derdinize yanın. O yanlış yerlere uzattığınız el, soğur bir gün.
“Yok başka bir cehennem / yaşıyorsun işte” diyor ya Behçet Aysan. Bakın, orada oturuyor hala. Merdivenlerde, önünde yangın söndürme tüpüyle, belli belirsiz bir umutla. Belki bu ateşi söndürürüm diye…