Ermeni soykırımı, bir buçuk milyon insanı bulmuş kurban sayısına, 19 Ocak 2007 günü yine bütün dünyanın gözleri önünde, bir kişiyi daha ekledi: Türkiye toplumunun bugüne kadar yaşamış en asil yürekli ve cesur yurttaşlarından biri olan Hrant Dink öldürüldü.
Cinayetin üzerinden geçen on iki yıl boyunca, siyasi iktidarın, sorumluluk almak yerine yargılama sürecini kendi siyasi manevralarına meze yapma derdinde olduğu görülüyor: 2000’li yıllar boyunca tasfiye etmeye uğraştığı “Ergenekon” örgütünün fail olduğu hakkında iddianameler yazdırıp mahkumiyetler yağdırırken 2010’lu yılların ikinci yarısında ise bu kez aynı “Ergenekon”u yanına alarak birinci düşmanı bellediği “FETÖ”nün suçlu olduğu yolunda aynı şeyleri yapmakta. Toplam sonuç: Yalnızca tetikçi mahkum; FETÖ davasından zaten tutuklu olan dört kişi ise Dink davası nedeniyle de yargılanmakta. İşin doğrusu ise herkesin bildiği bir “sır”: Bu örgütlerin her ikisi de katil ve azmettirici olarak Hrant Dink cinayetinin içindedir; bu cinayetin gerçek faili ve azmettiricisi ise, bunlar ve benzeri çetelerin dönemsel olarak bünyesine sızmasının, hatta kendini yönlendirmesinin yolunu açan, hatta bizzat kurarak ve kol kanat gererek bünyesinde besleyen tek kadim ve muktedir “müesses nizam”ın ta kendisidir.
Bu “müesses nizam”, Dink davasında adaletin engellenmesi ve gerçek sorumluların hesap vermemesi uğrunda bir “destan” yazmıştır; yazmayı da sürdürmektedir. 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye Devletinin verdiği savunmaya bakalım. Bu savuma, Dink’in cinayet öncesinde şu meşhur TCK 301 yani “Türklüğe hakaret” davasından almış olduğu cezanın haklılığı üzerinedir. Türk adaleti kendini savunurken, Dink davası ile neo-Nazi Kühnen davası arasında eşlik kurmuş, bir faşistin işlediği anti-Semit nefret suçlarına benzer biçimde Hrant’ın da “toplum içinde nefret uyandırıcı”, “nefret söylemi” suçu işlemiş olduğunu iddia etmekten hiç utanmamıştır. Savunma tabii ki reddedilmiş ve Türkiye Devleti hem Hrant’a vermiş olduğu ceza, hem de engellenebilir bir cinayete göz yummuş olma nedenleriyle mahkum edilmiştir.
Öyleyse lafı dolandırmaya hiç gerek yok: Türkiye’nin Dink cinayeti karşısında uluslararası düzeydeki resmi açıklamasının Türkçe meali, “Hrant Dink söylenmemesi gereken şeyler söylemiş ve bu nedenle de cezalandırılmıştır” biçimindedir ve bu izahatı geçersiz kılacak herhangi bir irade beyanı ya da icraat görülmemiştir; görülmeyecektir.
Auschwitz’den hayatta kalan bir hukukçu ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi üyesi Thomas Burgenthal, Ermeni soykırımı üzerine şunları söylüyor: “Türklerin neden bunu kabullenemediğini bilmiyorum; pişmanlığını ifade et ve yoluna devam et. Bu, en kötüsü. Kurbanına bütün bunları yapıyorsun ve sonra böyle bir şey olmadı diyorsun. Bu, onları iki kere öldürmektir”. İnkâr, soykırım sürecinin organik bir bileşenidir. Türkiye’de milli kimlik oluşumunun harcı olan inkâr, soykırımın sürekliliğinin de zeminini oluşturur. “Ermeni” sözünün küfür ve hakaret amaçlı olarak kullanılışından tutun da, gayrımüslim nüfusa, Lozan’da taahhüt edilmiş uluslararası güvencelere rağmen yaşatılmakta olan sistematik itibarsızlaştırma, susturma ve cezalandırma pratiklerine kadar bu sürekliliğin göstergeleri ortadadır. Derin araştırmaya gerek yok: 1920’lerde 300 bin olan Türkiye’nin Ermeni nüfusu günümüz itibarıyla 60 binin altına inmiştir. İnsanlar, kendilerinin ve atalarının içinde doğup büyüdükleri ve yaşadıkları toprakları neden sistematik olarak terk etmektedirler? Bu soruyu Türk milli kimliğinin harcından türemiş “müesses nizam”ın ve siyasal iktidarın kendisine sormak gerekir.
Ermeni halkı başta olmak üzere, Türkiye’nin varlığı inkâr edilen kimlikleri, Hrant’ın radikal demokrat kişiliğinde yüz yıllık sessizliği bozan, inkâr ve aşağılama alışkanlıklarını sorgulayan bir temsilci bulmuştu. Hrant, bu suskun yığınların kabuğunu parçalayarak kendi davalarını Türkiye’deki demokrasi mücadelesi ile birlikte düşünmenin öncüsü olmuştu. Yüz bin civarında katılımla İstanbul’un ana arterlerini kitleyen büyük cenaze yürüyüşü bu potansiyelin kanıtı oldu; onun anısını yaşatan ve adalet arayışında yılmadan mücadele vermeyi sürdüren demokrasi güçleri de öyle.
Türkiye’nin müesses nizamı ise sergilediği yargı tiyatrosu ve Avrupa kurumları önünde yaptığı utanç verici savunmalarla Hrant’ı tekrar ve tekrar öldürmeye kararlı görünüyor.