Çok, çok eskiye gitmeye gerek yok, ne Ur şehrine, ne Babil’e, ne İskenderiye’ye ne de Asos’a, hepsinin ortak şafağı aydınlanmanın doğduğu tan yeridir. O çağın (Rönesans) en dahi çocuğu olan Leonardo Da Vinci’ye bakmak bile insanlığın kaydettiği radikal sıçramayı anlamak için kâfidir. Da Vinci, insanlık tarihine kattığı birçok yaratıcı katkıların yanı sıra icra ettiği sanatla, insanın kendine dönmesinin yolunu da açmıştır. Bu en basit haliyle insanın o güne kadarki tek boyutlu çehresini üç boyutlu bir düzeye taşınması şeklinde oldu ve böylece insanın bakış açısında temelden bir değişim ortaya çıkardı. Bunun üzerine hem tinsel hem de düşünsel bağlamı etkileyen yeni bir ilişki yolunu açtı. Yaratımın gücüyle dönüştürücü bir hünere evirilen Da Vinci’nin ölçütü insanın bakış açısını kendi haline getirdi ve ebedi yolculuğundan asırlar sonra bile bu büyünün etkileri halen devam etmektedir.
Mimariden görsel sanatlara, pozitif bilimlerinden psikanalize kadar birçok alanın yoluna ışık tutan Da Vinci belki de tarihin en radikal dönüşümüne imza attı. Bu ışık yolculuğu sayesinde Bruno’dan Galileo’ya kadar birçok bilim insanı gökyüzüne kadar yükselebildi. Asırlar boyunca geme vurulmuş olan beşeri hafızanın basiretini ancak bu temel gayretler sonucunda açığa çıkabildi ve durmadan çığır açan yeni düşünsel olgular ortaya çıkardı. Düşünme ve algılama boyutunu değiştiren o gelenek, beraberinde evrimci ve yer yer devrimci bir düşünceler silsilesi ortaya çıkardı. Karanlık çağı ebedi bir ışığa tuttu ve yeni bir tarih yazdı. O günden sonra insan bizzat kendi tarihinin öznesi olarak yeniden düşünmeye başladı ve her geçen gün entelektüel bir yükselişe geçti. Dolayısıyla bahar makinasından nanoteknolojiye kadar, ilerlemenin bütün temel evreleri insanın entelektüel sıçrayışının sonucudur.
Her ne kadar çıkış noktası daha derin bir tarihe uzansa da, toplumsal etkileşim dönemi ve tarihin boyut değişimi nispeten o yakın tarihte saklıdır. Çünkü o güne kadar birkaç düşünce akımının dışında genel geçer olan temel düşünce kıstası ya tek boyutluluktu ya da akademiyanın (salon) dışına çıkamayan bir “soylular” meşgalesiydi. Tek boyutluluk (mutlak) her zaman salt aşırılıktı ve aşırı olan her şey baskıcı ve yıkıcıydı. Çünkü mutlak olan her şey değişim ve dönüşüme kapalıdır, yıkıcı aşırıdır, derinliği yoktur, vasattır ve arkasında her zaman buyurulmuş bir şifre ihtiva eder. Tüm dünyayı mahvedecek kadar salt kötüdür ve bu kötülüğün sürekliliği için her zaman bir vasatlar kolonisine ihtiyaç vardır. Bunun için özel bir çabaya pek gerek yoktu, vasatlığın örgütlü hali yeterliydi. Lakin vasatlık sıradan bir şeydir, sınırları mutlaktır, derinlikten yoksunudur, aşırı keskin ve sade kötülüktür, ama asla radikal değildir çünkü derinliği yoktur, derin ve radikal olan her zaman iyidir, aydınlanmada olduğu gibi. Yani aydınlanma Da Vinci’yken vasatlığın sıradan sembolü günümüz dünyasının lider figürlerin yegâne temsili Mr. Trump’tır.
Bu figür bir rüya değil, bir hülya değil, vasatların dünya üzerindeki temsili hayaletinin enkarnasyonudur. Anbean yaşadığımız bir karabasanın gerçeğe dönüştüğü yeni bir zaman ruhudur. Endişe ve tedirginliğin iç içe geçişidir. Sosyal sistemlerin iflası ve değerlerin yörüngeden kaydığının bariz resmidir. Dünyanın her geçen gün biraz daha çılgın ve daha dengesiz döndüğünün kanıtıdır. İster kabul edelim ister etmeyelim, mevcut durum ve denklem budur. Bu sadece bir görüntüden ibaret değil, başımıza gelen ‘hakiki felaketin’ doğum sancısıdır. Bir korku filminde sallanan dünyanın batış anıdır, flulaşan karelerde. Tutunacak çok az sağlam sütünün kaldığı tekinsiz bir mekandır. Çivinin yarısı çıkmış ve gerisi an meselesi olan bir merdivendir. Yükselmenin ve yücelmenin sonu, alçalmanın doruğa geçtiği gri bir ara zamandır. O güzel günlerin sona doğru yaklaştığı hissidir. Vasat ve uçuk popülistlerin ellerindeki asalara bakınca iyimserliğin uçup gittiği bir çağdır. Ele geçirdikleri asalar dünya ezgilerine yabancı ritimlerle üzerimizde sallanıyor.
Söyledikleri her şey ölüm nakaratları gibi hınzırca. Ağızları harika yalanların diyarı, fikirden yoksun görüşleri ırkçı, davranışları cinsiyetçi, dilleri savaşçı, gözleri tamahkar bir yöneticiler kolonisi. Kötüyü iyi, iyiyi ise kötü gösteren cinler misali toplumları hipnoz edip zombiler diyarına sürüklüyorlar. Savaşlara düğün havasında ve düğünlere ölüm havasında gidiyorlar. Bütün dünyayı tersyüz etmiş durumdalar. Her biri özel eğitilmiş illüzyonist gibi hakikati yok etme peşinde koşuyor. İnsanlığın ortak mirasına duydukları kin ve öfke onları birer zorba ırkçıya dönüştürüyor. Hayali efsaneler üzerinde bina ettikleri milli mitler bütün ötekilerin kültürel varlığına örs gibi iniyor. İnsanlığın kültür ve entelektüel mirasına karşı ölüm ağları örüyorlar. İnşa etmeye çalıştıkları dünyada yaşamak ağır bir dünya acısına dönüşüyor. Bu acıyı daha büyüten şey, bunların insanlığın temel hakların önemli bir bileşkesi olan seçimlerle iktidara gelmeleridir. İlerleme ve aydınlanmaya karşı hınzır bir uğultuyla dünyaya bakan bu zatlar kin ve öfke üzerinden yeni hayali kötüler (düşmanlar) yaratarak halkların içgüdülerini manipüle edip, ırksal imtiyazı, mitsel söylenceleri öne çıkararak kutuplaşmalara yol açıyorlar. Tutunacak temel değerler yıkılıp gidiyor.
Her şeyi mutlak ve tek boyutlu bir kötülük üzerinden örgütleyerek başta kayıp korkusu, zenofobiye ve yaşam alan hakkını körükleyerek tahakküm kuruyorlar. Yeni bir sosyal kurgu olarak tasarlanmış olan bu polarizasyon mekanik ağı hem tahakkümlerini tahkim ediyorlar hem de saf kötülüğü kabul edilir bir kader olarak dayatıyorlar. Bütün bunlar olurken insanın derin bir ruhsal bunalıma sürüklenmesi kaçınılmaz bir hale geliyor. Dünyanın bu hali derin bir kayıp acısı olarak tarihe işleniyor ve bu sonraki kuşaklara tesir edecek kadar ağır bir dünya acısı olarak kalıcılaşıyor.
Her geçen gün bu acı harita daha da büyüyor ve değerler merkezi kesintisiz artçı depremlerle sarsılıyor. Bunu hemen hemen herkes her an ve her yerde hissediyor, sarsılmanın şiddeti farklı olsa da. Bu hakikat içinde bulunduğumuz dünyaya artık güvenmediğinizin izdüşümü olarak karşımıza çıkıyor. Hiçbir şey yapamıyoruz veya yaptıklarımız bize yeni bir dünya vasatlığı olarak geri dönüyor ve insanlığın değerler merkezi gözlerimizin önünde tekinsiz bir mekâna dönüşüyor. Çok, çok uzağa gitmeye gerek yok, buradan Suriye’ye yayılan vasatların cehennemi öfkelerine bakmak bile kafidir bunları görmek için. Bu öyle derin ve kökensel bir öfke ki zamanında Bruno’nun derisini yüzmüş, Galileo’yu yargılamış, Hallac’ı taşlamış ve insanlığın ortak hafızası olan İskenderiye şehrini ateşe vermiştir. Onun için adı karanlık çağa çıkmıştır ama yine de unutulmamalıdır ki hiçbir an ebediyen karanlıkta kalmaz, çünkü karanlık sadece ışığın olmadığı ara bir kesittir, Mona Lisa’nın göz kırpışında.