BBC, Britanyalı çocuklara televizyonu mu yoksa radyoyu mu tercih ettiklerini sorar. Neredeyse hepsi televizyon der. Bu durum elbette kedilerin miyavladığını, ölülerin nefes alamadığını kanıtlamak gibi bir şeydir. Ama radyoyu seçen çok az sayıda çocuk da vardır ve onlardan bir tanesi bunu şöyle açıklar:
“Radyoyu daha çok seviyorum. Çünkü radyo dinlerken daha güzel şeyler görüyorum…”
***
2012’deki büyük açlık grevi zamanı D.Bakır E Tipi Cezaevi girişinin yan tarafındaki parkta, akşam serinliğinde oturup çayını içen insanlar ilgimi çekmişti. Park, cadde ve cezaevinin duvarı arasında idi. İnsanlar sırtını cezaevi duvarına vererek sohbet ediyorlardı. Tam da o duvarın üzerinde kırmızı boya ile yazılmış bir yazı vardı: “Gel de yaşa” diyordu…
Kim niye bu cümleyi kurdu bilmiyorum, lakin çok şey özetliyordu. O dönemi karşılayan bir gerçekliği vardı, çünkü yaşamla kavgamız dar alanda kısa paslaşmalarla bitimsiz devam ederken, hem içeride hem dışarıda çok zor günler geçiriyorduk.
Yine zorlu bir dönemden, her şeyin tecride alındığı bir aralıktan geçiyoruz.
Fakat doğru konuşalım!
Şimdi zorluk denen bir şey yok. Zorun zorunu da geçtik. Ortada sadece ölüm ve yaşam var! Kurdistan’da bu ikisi dışında bir tercih pek yok.
Tam da bu hakikat ortasında yine E Tipi’nin duvarlarına gidelim. Normal duvarlar artık yok. Onlara ek, dev beton duvarlar var. Birkaç ay önce her gün binlerce insanın önünden geçtiği bu beton duvarların üzerine biri yazı yazmış:
“Gidenler dönmedi, kalanlar da yaşamadı…”
Geçen hafta baktım, silinmiş yazı. Hoşlarına gitmemiş cümleler! Öyle ya ‘ona karşı çıkanların cümlelerini kendi cümleleri ile istila eden, zehirleyen’ bir iktidar gerçekliği için pek katlanılacak cümleler değil… Bilindiği üzere form değiştiren savaş tüm hızı ile devam ediyor. İnkâr ve hafızasızlaştırma üzerinden her türlü baskı, sindirme politikası her dakika işletiliyor. Tam da bu uygulamalar arasında ‘Kürtlerle sorunumuz yok, dostumuzdurlar’ cümleleri havada uçuşuyor. Bu sözler şu an zindanların duvarlarına çarpıp geri geliyor. Çünkü zindanlar şahsında açlık grevleri ile örülen direniş dili büyüdükçe büyüyor. Dilin, kandan daha fazla şey olduğuna inanan ve Naziler arasında yaşamasına izin verilmiş bir Yahudi olarak Victor Klemperer; ‘doğrulanabilir gerçeğe karşı sergilenen açık düşmanlık, sonsuz tekrara dayanan faşist stil, çelişkinin açıkça kucaklanmasının sınırlarında dolanan büyülü düşünce ve yanlış yönlendirilmiş inanç’ üzerinden gerçeğin yok edilebileceğine tanıklık ettiğini söylüyor. Bu durum saf ve akışkan bir kötülüğün totalitarizm ile kol kola geçtiği zamanlarda, yani görmek istediğimiz ile gerçekte yaşanan arasındaki farkın açılan makasından kaynaklandığına getiriyor. Bundan olsa gerek ‘soylu ruhları ırkçılıktan’ batmış büyükçe bir kesim ölüm haberlerini görmek istiyor.
Radyoyu dinlerken daha güzel şeyler gören çocuğun realitesi ile açlık grevlerini boşa çıkarmak isteyen devlet aklının güncelerinde gördüğümüz şeyler ne kadar da farklı! Dinleyecek, anlayacak birini bulmak ne kadar zor. Ve Babil Kulesi’nin en üst katına çıkmış egosu ile konuşma eylemini ne kadar da küçümsüyor birileri.
Hamlet, zamanın yerinden çıkmasından bahseder…
Sadece yerinden çıkan bir zaman değil; parçalanmış, rahatsız edilmiş, akıştan kopmuş, özünden sıyrılmış bir zamana tarihsel sorumluluk bilinci ile müdahale edilirken buna nefretle bakan, bu zaman üzerindeki sonsuz kontrolünü asla kaybetmek istemeyen bir avuç tükenmiş narsistin zavallı çırpınışları da zamanın tozu içinde görünüyor oluyor.