Erdoğan ve kurmayları, Türkiye’nin siyasal yapısında sistemik bir dönüşüm gerçekleştiriyor. Bu dönüşümün tarihsel anlatısı, özellikle nihai hedefi üzerine somut veriler olmadığı sürece eksik kalmak durumunda. Erdoğan’ın söylev ve demeçleri bu bağlamda başvurulacak tek kaynak olmak durumunda çünkü yeni rejim, Başkan dışındaki bütün özel ve tüzel kişileri yetkisiz kılmış bulunuyor. Ama burada önemli sorunlar beliriyor çünkü Erdoğan’ın söylem ve pratiği, en hafif tabirle aşırı pragmatizm ile malul. Çok değil, beş yıl önce Fethullah Hocaefendi Hazretlerini kürsüden ülkeye davet eden kişi ile son birkaç yıldır FETÖ terör örgütünün elebaşı olarak aynı hocaefendinin yargılanmak üzere ABD’den resmen iadesini isteyen kişi aynı. Kürt hareketi ile barışı yıllarca parti programının birinci maddesi yapan kişi ile Kürt siyasal hareketine karşı hem ülke içinde hem de sınır ötesinde topyekun bir “çökertme” harekatına girişen kişi aynı. İktidarının ilk on yılını derin devleti Ergenekon/Balyoz gibi yargılamalarla çökertmek üzerine inşa eden kişi ile son yıllarda aynı derin devleti rehabilite ederek açık ittifak içinde davranan kişi yine aynı.
Örnekler çoğaltılabilir; en son geçen hafta adeta bir anti-kapitalist ekoloji aktivisti diliyle sarf edilen cümleler ile on altı yıllık AKP iktidarının sorumlu olduğu büyük ekolojik tahribat arasındaki çelişkiye bakmak bile yeterli olacaktır. Uzun süredir ekonomik büyümenin motoru olan beton/müteahhit kapitalizminin içine düştüğü derin kriz momentinde sarf edilen bu sözler, açık ki bir kez daha icraatının sorumluluklarını yüklenmekten sıyrılma hamlesinin göstergesidir. Erdoğan ve müttefikleri için sıklıkla telaffuz edilen “beka meselesi” birinci kural olarak her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma iradesinin ifadesidir. Siyasal iktidar, öncelikle bir kleptokrasi olarak inşa edilmiş ve bu çerçevede varlığını sürdürmektedir. Esas olarak kamu kaynaklarının özelleştirilmesi, satışı, tahsisi ve benzeri tasarrufu ile kamu ihalelerinin dağılımı vb. üzerinden sağlanan gayrı-meşru servetin boyutları, 17-25 Aralık “komplosundan” bu yana toplumun gözleri önünde olup sırf bu kadarı bile iktidardan düşmemeyi birinci hedef haline getirmek için yeterli motivasyon oluşturmaktadır. Erdoğan ve nepotist efradı, kendi inşa ettikleri saraya kendilerini zamklanmış bulunuyor çünkü oradan kopmak, sıradan bir kabine değişimi ötesinde mali, hukuki ve hatta fiziki bir felaket potansiyeli arz etmekte.
Erdoğan rejiminin iktidarda kalma içgüdüsü içinde gösterdiği yalpalamalar arasında kaybolmak oldukça kolay ve birçok siyasal yorumcu, bu dönüşler üzerine yoğunlaşma tuzağında bocalıyor. Öte yandan, laikçi ideolojik muhalefet, başka deyişle “eski rejimin” henüz Erdoğan’la uzlaşma sağlamamış unsurları, aynı “şeriatçı” komplo teorisini tekrarlamak ötesinde bir eleştirel perspektif sunmaktan aciz görünüyor. İşte bu koşullar altında, on altı yıllık iktidarın analitik bir muhasebesi zorunluluğu kendini giderek daha çok dayatıyor.
Bu analize bugün başlamak yerine, birkaç araştırma sorusu ortaya koyarak tartışmaya açmak daha doğru olacak. Birinci sorumuz uluslar arası konjonktürle ilgili: AKP iktidarının içinde işlediği küresel dinamikler ve bunların Türkiye’ye yansımaları. Neoliberal küreselleşme felsefesinin ekonomik ve jeopolitik boyutları birlikte değerlendirilerek bu genel manzaranın içinde Türkiye’nin arz ettiği portrenin ayrıntısıyla ele alınması gerekiyor. İkinci soru, ülke ekonomisi ile ilgili: AKP iktidarının ekonomi politiği nedir; hangi ekonomik dinamiklerle ilerlemekte, siyasal gücünü hangi sınıfsal cepheleşmelerden almaktadır? Üçüncü başlık, devletin iki ana şiddet aygıtlarında yaşanan dönüşümün niteliğidir. Şiddet aygıtları ile ideolojik aygıtlar arasında köprü işlevi gören yargı mekanizmasının içinde bulunduğu dönüşümün niteliği de bu analize eklenmelidir. Dördüncü soru başlığı devletin ideolojik aygıtları üzerine: Eğitim ve kültür pratiklerinde yaşanan değişim yanında medyanın sektörel yapısında ve söylemindeki değişim, en çok üzerinde düşünülmesi gereken alandır çünkü resmi ideoloji ve egemen ideoloji ile birlikte bütün bir “devlet felsefesi” söz konusudur. Bu paradigma kaymasının özellikle kolektif/ulusal kimlik algısında yol açtığı ve açması muhtemel sonuçlar, toplumsal tahayyülün de bütünlüklü bir haritasını sunacaktır. Dördüncü olarak, dış siyaset alanında yeni yönelimler ayrıntılı bir sorgulamayı beklemektedir: Bölgesel yayılmacılık, Osmanlıcılık, Türki ve İslami dünyaya yönelik “yumuşak güç” stratejileri vb. Son ve en yakıcı soru olarak cumhuriyetin yüz yıla yaklaşan tarihinde sürekli şiddet kullanarak “idare edilen” Kürt meselesi alanında bundan sonra yaşanması olası gelişmeler üzerinde durulmalıdır.
Varılacak analitik gözlem ve saptamalar sonrasında AKP’nin oluşturmakta olduğu parti-devlet iktidarı ve bunun üzerine kurulan başkanlık rejimin altında toplum olarak nereden gelip nereye doğru ilerlediğimiz üzerine bir anlatı oluşturmak mümkün olacaktır.