Gezi, pek çok devrimcinin bile devrimi göreceğine ihtimal vermediği bir an ve mekânda, devrimin pekâlâ mümkün olduğunu dosta düşmana gösteren bir halk isyanıydı. Halk, iktidarın bazı uygulamalarına karşı çıkmakla kalmıyor, iktidarın değişmesini istiyordu.
Sokağa dökülen milyonların itirazlarını dile getirirken ortaklaştığı ilkeler ve siyaset yapma biçimi, sistemli bir şekilde ifade edilmese de mevcut olanı geride bırakan bir başka toplumsal düzen kurma istek ve potansiyelini de ortaya koyuyordu. Öte yandan sokaklarda yankılanan “Hükümet istifa!” sloganı düzen karşıtı olduğu iddiasındaki bazı örgütlü güçlere bile ürkütücü gelmiş, örgütlü muhalefetin ortak siyasal talebi olarak dile getirilememişti.
Sokak; çeşitliliği, militanlığı ve talepleri ile örgütlü muhalefetin boyunu aşmış, muhalefetin eski elbiselerinin sokaktakilere dar geldiği görülmüştü. Hal böyle olunca isyana katılanların zayıf noktalarından biri olan örgütlü mücadeleye mesafeli durma eğilimi, muhalefet örgütlerinin yetersizliklerini de kendine gerekçe yaparak güçlendi.
Devrimci bir iktidar dönüşümü iddiasındaki sosyalist hareket, isyanın sol bir karakter kazanmasında önemli bir rol oynadı ancak isyancı kitlelere devrimci bir iktidar stratejisi sunamadı. Mevcut iktidardan kurtulmak için can atan kitlelerin önünde iktidarı seçim yoluyla değiştirmekten daha ileri bir iktidar stratejisi olmayınca, isyancı kitlelerin enerjisi Gezi’den bu yana yılda en az bir kez karşımıza çıkan seçimlere transfer edildi.
Seçimler/referandumlar siyasetin yok sayılamaz bir gerçeğiydi ve AKP’yi geriletecek taktikler izleme konusunda kısmi başarılar da elde edildi. Tayyip Erdoğan iktidarını yitirmedi ama bunu ancak bir karşı-darbe, Olağanüstü Hal’ler, savaş halleri ve Anayasa ihlalleri ile sürdürebileceği bir konumda buldu kendini. Böylece hayalindeki “kurucu iktidar” olmanın gerekleriyle uyuşmayacak ölçüde kırılgan, çürümüş ve gayrimeşru bir iktidara dönüştü.
Öte yandan seçimler süreci, yalnızca iktidar değil toplumsal muhalefet ve muhalif kitleler üzerinde de tahripkâr bir etki yarattı. Asıl olarak dış politikada kullanılan “reel politik” kavramının çağrıştırdığı anlam ile gerçek anlamı arasında, yani gerçekçilik ile oportünizm arasında salınmaya başladı muhalefet.
Erdoğan ve AKP’den kurtulmak için ilkelerin önemsizleştiği, halkın devrimci potansiyelinin görünmezleştiği, güç dengelerine dayalı hesapların öne çıkartıldığı bir sürecin ağırlığı çöktü. Çünkü seçimler/referandumlar, Erdoğan karşısında yüzde 50’yi aşmayı ve bunun için yüzde 51’in asgari müştereğine inene kadar kendinden taviz vermeyi dayatıyordu.
İsyanın hemen ertesindeki 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin “Tatava yapma bas geç!” sloganı tam da bu duruma uygun bir slogandı. Açıkçası kitlelerin de ilkesel itirazlar dile getirerek “tatava” yapanları dinlemeye niyeti yoktu ve Erdoğan karşısında en güçlü görülen adaya oy verme eğilimi baskındı. Oportünizm o kadar ileri gitti ki Erdoğan’ın karşısında şimdiki Erdoğan destekçisi Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan ya da Erdoğan’ın dava arkadaşı Abdullah Gül’den medet umacak kadar gerçeklikten kopulduğu da oldu.
Kendini solda tanımlayan muhalif toplumsal kesimlerin en büyük bölüğünü arkasından sürükleyen ana muhalefetin seçimlerde karşımıza çıkardığı ve geri kalanlarımızın da müdahalede yetersiz kaldığı tablo rahatsız edici olsa da tahripkâr etki esasen bambaşka bir yerde. Artık seçimlerle sınırlı olmamak üzere herhangi bir toplumsal mücadeleye bakılırken, halkın devrimci potansiyelini değil de egemenler arası güç dengelerini arıyor gözler.
İzmir’de İZBAN işçilerinin grevini, bir hak arama mücadelesi olarak değil de iktidar partisinin muhalefet partisine karşı yerel seçim öncesi oynadığı bir oyun olarak görmek nedir? Hele de bunu eski bir sendika yöneticisinin dile getirmesi tuhaf değil midir? Sağcı iktidarların işçi direnişlerinden nefreti, işçi direnişlerinin sağcı iktidarlara vurduğu ummadık darbeler ne kolay unutuldu? Ya da ABD’nin Suriye’den çekilme kararı almasının ardından bileşenleri emperyalistlerden ibaret denklemler kurarak süreci okumaya çalışmak nedir? Koca koca güçler arasında elleri zayıf olsa da ezilen halkların bir rolü yok mudur? Var olduğunu emperyalizm destekli cihatçı istilalarını püskürterek bizzat ispatlamadılar mı?
Reel politik zehirlenme; öyle olmadığı ya da ondan ibaret olmadığı halde isyancıyı seçmene, grevci işçiyi iktidar aparatına, gerillayı emperyalizm işbirlikçisine indirgeyen, yani halkı siyasetin öznesi değil nesnesi sayan bir bakış açısını yaygınlaştırdı. Panzehir ise Tahrir gibi, Gezi gibi, Kobanê gibi, Sarı Yelekliler gibi, Macaristanlı emekçilerin eylemleri gibi ummadık yer ve zamanlarda patlak veren direnişlerin ve isyanların kazındığı hafızalarda. Halkın devrimci potansiyelinin demlendiği “küçük” itirazlara hak ettiği değeri vermekten geri durmayalım…