“Türkiye’de 0-8 Yaş Arası Çocuğa Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması”na göre ebeveynlerin yüzde 74’ü çocuklarına karşı duygusal şiddet, yüzde 23’ü ise fiziksel şiddet yöntemlerine başvuruyor. 2014’de yaklaşık 4 bin kişiyle yapılan araştırmanın bulgularında yer alan “şiddete başvuran ebeveynlerin şiddeti uygulama nedenleri” ebeveynlerin çocuklarına uyguladıkları şiddeti görme biçimlerini gösteriyor: “Yüksek derecede fiziksel şiddet” uygulayan ebeveynlerden yüzde 50,9’u çocuklarına uyguladıkları şiddeti “bazen”, yüzde 7’si ise “her zaman” işe yarar buluyor. Daha düşük derecede fiziksel şiddet uygulayan ebeveynlerin ise yüzde 19,2’si her zaman yüzde 49,8’i ise bazen bu şiddetin işe yaradığını söylüyor. Yüksek düzeyde fiziksel şiddet uygulayan ebeveynlerin yüzde 21,1’i ile daha düşük fiziksel şiddet uygulayanların yüzde 41,1’i de bu şiddetin çocuklarına “hiç zarar vermediğine” inanıyor.
Çocuğa yönelik şiddet elbette fiziksel şiddet ile sınırlı değil. Çocuklar üzerinde kurulan her türlü tahakküm ilişkisi, gücün kötüye kullanımı şiddettir. Duygusal ya da cinsel, ekonomik ya da fiziksel fark etmeden çocuğa yönelik şiddet bir insan hakkı ihlalidir. Bu ihlalin önlenmesinde devlet başta olmak üzere herkesin bir sorumluluğu vardır, önlenmeyen her şiddet vakasında olduğu gibi.
Geçtiğimiz günlerde önlenemeyen ve “yine” hepimizi “üzen” bir olayı öğrendik: 6 yaşındaki Mertcan’ın babasının uyguladığı şiddet sonucunda yaşamını kaybetmesini.
Öğrendiğimiz kadarıyla şiddet sebebiyle kocasından boşanan Mertcan’ın annesinin tehdit sonucunda çocuklarının velayetini babasına verilmesine karşı “çıkamamasına” Mertcan’ın ölümüne kadar ya sessiz kalınmış ya da bu durumun Mertcan için zaten bir risk olduğu kimse tarafından görülmemişti. Tıpkı araştırmadaki ebeveynler gibi.
Annenin desteğe ihtiyacı olduğu ve çocuklarıyla ilgili bu tehdidin maruz kaldığı kadına yönelik şiddetin devamı oluğu da aynı sessizlikte yine görünmez olmuştu.
Boşanma davasını gerçekleştiren hakim de babanın velayet talebini “çocuğun yüksek yararı” ilkesi temelinde değerlendirmeyerek ya görevini ihmal etmiş ya da zaten babasının şiddetini Mertcan için bir risk olarak görmemişti, tıpkı araştırmadaki ebeveynler gibi.
Akrabaların, komşuların ve pek çok yakınının; durumu biliyor olmasına rağmen Mertcan’ın içinde bulunduğu durumu riskli görmemesi ve bildirimde bulunması Mertcan’ı babasının şiddete karşı yalnız bırakmıştı.
Fark edilmemesi mümkün olmayan Mertcan’ın yüzündeki morlukları da öğretmeni herhangi bir risk olarak görmemiş ki bu konuda o da sessiz kalmıştı. Kimbilir belki öğretmeni de babası tarafından uygulanan şiddeti “işe yarar” görüyordu, tıpkı araştırmadaki ebeveynler gibi.
Ne yazık ki Mertcan gibi pek çok çocuk var. Yaşadıkları evde, yakınları tarafından şiddet uygulanan, ölüm riski ile yalnız bırakılan.
Oysa çocuklar ebeveynlerinin uyguladığı şiddete karşı desteğe ihtiyaç duyduklarını bir şekilde belli ediyor: Evlerinden yükselttikleri sesleriyle, bedeninde saklamak istedikleri izlerle, bazen yaşıtlarına oranla daha fazla sessiz kalarak bazen de diğer çocuklara şiddet uygulayarak.
Ancak biz de ya araştırmadaki ebeveynler gibi şiddetin çocuklara yeterince zarar verdiğini düşünmüyoruz ya da belki de şiddeti işe yarar buluyoruz ki çocukların bu talebine karşılık vermiyoruz.
Evet bu cümle oldukça ağır geliyor ve elbette çocuğa yönelik şiddeti ortadan kaldırabilecekler sadece biz değiliz. BM ÇHS’ye göre bu yükümlülük devletin. Devlet yapacağı yasalarla, kuracağı mekanizmalarla, toplumda yaratacağı algı değişikliğiyle şiddeti önlemekle yükümlü. Ancak o bunu yapmıyor diye Mertcan gibi tek bir çocuğu daha şiddete karşı yalnız bırakamayız. Evimizin içinde, yan komşumuzda, akrabamızın evinde, sınıfımızdaki çocuğun yaşadığı yerde, sokakta yürürken ya da tatil yerinde deniz kıyısında fark etmez. Ebeveynlerin çocuklara yönelik her türlü şiddetinin bir hak ihlali olduğunu, bunun çocuklarda onarılması güç etkiler bıraktığını ve sessiz kalmamızın TCK’ye göre suç olduğunu unutamayız!
* Türkiye’de 0-8 Yaş Arası Çocuğa Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması; şu anda tutuklu bulunan dostumuz Bernard Van Leer Vakfı Danışmanı Yiğit Aksakoğlu’nun desteğiyle; Hümanist Büro ile Boğaziçi Ünv. tarafından gerçekleştirilmiştir.