Jane Clare Jones*
Öyleyse feminizm, artık patriyarkanın eleştirisine yönelik olmadığı veya ‘kadınlar’ ya da ‘toplumsal cinsiyet’ kategorileri ile sabitlenmediği zaman yapmış olur en ‘harekete geçirici’ işi.
Sara Ahmed, The Cultural Politics of Emotion
Anlamaya çalışıyorum -anlamaya çalışıyordum-, benzer bir gelenekten gelmemize rağmen, nasıl oldu da böylesine farklı sonuçlara varabildik? Belirli kadınların belirli şeyleri söylememesi gerektiği iddia ediliyor. Erkek şiddetinden iyileşmeyi, diğer kadınların yanında bulan bir kadının, bu iyileşmenin gücü konusunda sessiz kalması gerektiği, bu alanı korumaya çalışmaması (hatta bu alanı korumakla ilgili sorular sormaması) gerektiği söyleniyor. O alanın, kendisinden sonra gelecek kadınlar için hala var olup olmayacağı konusunda endişe etmesinin yanlış olduğu söyleniyor. Çünkü o iyileşme, başkaları pahasına gerçekleşiyormuş. Çünkü o iyileşme, başkaları pahasına gerçekleştiğinden, şiddetmiş.
Bu mantığı biraz anlayabiliyorum. Hayatımı, egemen şiddete karşı direnişi düşünerek, mümkünatı olmayan güvenlik düşüncesinin, iç etmek/el koymak ve dışlamak için nasıl kullanıldığını çözerek geçirdim. Bunu her yerde görüyoruz. Gerçekten de her yerde. Ama koşulsuz kucak açma talebini ilk okuğumda ve açık olmanın ahlaki gücü aklıma yattığında, bir an sonra aklıma gelen, “Peki ya kadınların hayır deme ihtiyacı ne olacak?” sorusu oldu.
Koşulsuz kucak açmak diye bir şey olmaz. Bunu biliyoruz. Bir yuva olmaksızın, bir dereceye kadar güvenlik olmaksızın, herkese kucak açılacak, ne olursan ol gel denilecek bir yer olmaz. Bundan da ötesi, ihtiyaçlarının yok edilmesine dayalı bir iktidar sistemi tarafından yaratılıp sürdürülen şiddetli bir travmanın pençesindeki kadınlar, koşulsuz açıklık talep edilecek en son kesim. Bu talebe cevap verebilmesi mümkün olan – veya vermesi gereken – son kesim onlar. Kadınlara atfedilen iktidar sistemi, onların değil. Kadınlar, aşırı bir egemenlik icra etmekten suçlu değiller. Egemenlik, bağımlı ve ilişkili olmayı kökten reddedişi ile, aralıksız emperyalist genişlemesi ile, patriyarkal-sömürgeci tahayyülün bir yapısıdır. Kadınlar bunun fazlalığından değil, eksikliğinden mustariptir. Bizden önemli olan başkalarının ihtiyaçlarına evet diyecek şekilde yetiştiriliriz, öyle değil mi? Ve siyasi pratiğimiz de, birbirimize, hayır deme ihtiyacımızın gerekli ve adil olduğunu teyit etmek/olumlamak olmadı mı?
Kadınların hayır demesinin “üstün şiddet” olduğunu iddia ediyorsunuz. Kadınların duygusal, fiziksel, cinsel ve yeniden üretim emeğinin az ya da çok açık şiddetle her gün iç edildiği/el konduğu bir toplumda, en çok direnmeniz gereken şiddetin kadınların hayır demesi olduğunu iddia ediyorsunuz. İhtiyaçlarını önceliklendirdiğiniz insanlar, bu dünyada bir kadının neden hayır demek zorunda olabileceğine dair bir gıdım bile empati sergilemiyor. Ve sizi en çok üzen şey, bir kadın, kadın alanlarının onun şiddetten iyileşmesine nasıl yardımcı olduğunu anlattığında, feminizmin bu hayır’ı destekleyen dili oluyor.
Ama bu hayır olmazsa, feminizm nedir ki? Her şeyi bırakıp kadınların hayır demesindeki “egemen şiddeti” ile uğraşan ve kadınlardan hayır deme haklarından vazgeçmelerini isteyen bir feminizm nedir ki? Kadınların hayatlarının gerçekliğini, onlara sahip olmadıkları bir egemenlik atfetmek amacıyla inkâr eden bir feminizm nedir? Kadınların üstüne basan bütün bir iktidar sisteminin onlara hiçbir egemenlik vermemeye dayandığını inkâr etmeksizin, kadınların hayır demesinin, çokça iddia edildiği üzere, beyazlık tarafından ifa edilen dışlamalara benzeyen bir egemen şiddet aşırılığı olarak görülebilmesinin hiçbir yolu yok. Bu fikir ancak kadınların kadın olarak ezilmişliğinin veya kadınların varlığının inkârı ile mantıklı olabilir. Dolayısıyla, ancak bir anti-feminizm biçimi olarak mantıklı olabilir.
Kavgasını verdiğimiz şey bu işte. Kimin egemen olduğu ve iç edilenin/el konulanın kim olduğu konusunda kavga veriyoruz. (Ve burada şunu not etmeliyiz; ezilmişliği motive eden iç etme/el koyma ise, tüm dışlama biçimleri [yani bir iç etmenin/el koymanın olmadığı dışlama biçimleri, ÇN] ezilmişliğin/baskının kanıtı değildir). Metafiziğin, kadın siyasi kategorisini silmek amacıyla (kötüye) kullanılmasına karşı mücadele veriyoruz ve silinmeye karşı çıkmamız nefret suçu sayılıyor ve erkeklerin patriyarkal şiddetine denk ve onun sorumlusu görülüyor. Kesişimsellik söylemi, kadınların kadın olarak ezilmişliğini inkâr etmek için kullanılıyor. Tüm kadınların, “hayır” demelerini bir egemen şiddeti ifasından ziyade, ona karşı bir direniş kılan iç etme/el koyma koşulları altında var olduğunu inkâr etmek için kullanılıyor kesişimsellik. Kesişimselliğin bu kötüye kullanımına karşı mücadele veriyoruz. Başka ezilmişliklerin, belirli kadınların ezilmişliği ile kesişmesi, bu ezilmişliği pekiştirmesi ve değiştirmesi gerçeğinin, aslında kadınların (eğer varsalar) kadınlar olarak gerçekten o kadar da ezilmediklerini ima etmek için pratikte yaygın olarak kullanılıp kullanılmaması gerektiği konusunda tartışıyoruz.
Kadınları ezen konumuna yerleştiren ve patriyarkanın en temel işareti olarak “ihtiyaçlarımızı olumlama hakkımızın inkarını” tekrar eden ve bu dünyanın bizi neden yaraladığına dair en temel açıklamayı bizden esirgeyen bir feminist söyleme karşı mücadele veriyoruz. Feminizm -kadınlar arasındaki sevgi ve anlayış pratiği-, erkeklerin ihtiyaçları ile bedenlerimizi ve ruhlarımızı delen bir şiddetin çürüttüğü yaşamlardan kurtardı birçoğumuzu. Dolayısıyla, her şeyden evvel, bu iyileşmenin bizden sonra gelen kadınlardan esirgenmemesini sağlamak için kavga veriyoruz. (Neo)liberal güçbendeciliğe olan genç özgüvenleri ve yeninin şoku -çağlar boyunca oluşmuş bir maddi iç etme/el koyma yapısının zamirlerle hop diye yıkılabileceği ihtimaline olan absürt şekilde Platonik inançları – acımasız tahakküm şiddetine kafadan tosladığında, biz, hakir görmeye programlandıkları nefret saçan, geri kafalı kalıklar olarak, yine de onların yanında olacağız. Ve onlar için, vazgeçmeyeceğiz.
*Serap Güneş tarafından çevrilen bu yazı dunyadanceviri.wordpress.com’dan alınmıştır.