Deyimin karşılığı olarak sözlüklerde şöyle yazıyor: “Mart ayında hava sıcaklıkları çok değişken olur. Kış ile ilkbahar arasındaki geçiş dönemi olduğu için insanlar hastalıklara karşı kendilerini koruyamazlar, daha kolay hastalığa yakalanırlar.”
Gerçi Kürtler, şimdi hemen Newroz deyip itiraz edecekler ama en azından bu yılın Mart ayı hakikaten “dertli” olmasa da kaotik bir zamana denk düşecek. Bir yanda Suriye cephesi, öbür yanda tırmanan açlık grevleri ve nihayet yerel seçimler… Yerel seçimlerde de doğal olarak dikkatler iki noktada toplanıyor: Gasp edilmiş belediyelerin geri alınması ve metropollerde AKP’nin geriletilmesi.
Yazının en sonunda söyleyecektim ama hadi şimdi söyleyeyim: Her türlü komplo teorisine uzak durup, bu teorileri uyduran sivri zekâlılarla hep alay eden ben, artık Kılıçdaroğlu’nun iktidarın herhangi bir ödenek hesabından maaş aldığı konusunda ikna olmak üzereyim. Mantıklı da bu… Neticede kapitalist bir toplumda yaşıyoruz ve her hizmetin bir karşılığı var. Şahsen ben birine ya da bir kuruma bu kadar hizmet etsem, bal gibi de emeğimin hakkını alırım! Vermezlerse direniş bile yaparım! Bir bakın şöyle yakın geçmişe. Önce Ekmeleddin, sonra Yenikapı rezaleti, sonra HDP’lilerin tutuklanmasına suç ortaklığı, sonra referandum akşamının sessizliği, sonra ‘adam kazandı’ rezaleti ve arada her türlü teskereye otomatik el kaldırmalar, periyodik olarak her üç ayda bir “milli menfaat” hizasına geçme halleri… Bu kadar şey beleşe yapılır mı hiç?
Şimdi aynı CHP, bir kez daha aynı ‘mecburiyet’ türküsüyle karşımızda… Yaşı uygun olanlar bilir, bu yeni bir şey de değildir. En az 40 yıldır bir CHP’nin asıl yapısı, yönetici çetesi vardır, bir de her seferinde ‘hamamın namusunu’ kurtaran birkaç kişi… 70’lerde İzmir’de Süleyman Genç vardı mesela, Tariş Direnişi’ndeki performansıyla İzmir-Gültepe Belediye Başkanı Aydın Erten vardı. Sonra yine ‘Manisalı Gençler’ davasının takipçisi Sabri Ergül… Bir ara, 90’larda, Fikri Sağlar gibileri. Şimdi de Tanrıkulu, Ali Şeker, geçen dönemde Eren Erdem, Barış Yarkadaş… İşler böyle yürüyor. Direksiyon sağa doğru ama sola da birkaç gülümseme!
Nereye kadar?
Şimdi gelip yine o bezdirici soruya gelip dayandık: Mart ayında HDP ne yapacak? Daha doğrusu Kürt illerinde sıkıntı yok, orada ne yapacağı belli ama Ankara’da İstanbul’da ne yapacak? Yıllardır HDP’ye ‘AKP ile anlaştılar’ yalanını son derece ahlaksızca yakıştıranların senaryosu da hazır: HDP yüzünden kaybettik! Utanma duygusu sıfır, ahlak ortalarda bile görünmüyor! Ben isteğimi yapacağım, seni muhatap bile almayacağım ve sen elin mecbur sandığa gidip bana oy vereceksin. Özetle söylenen bu.
Bunun HDP için ne kadar zor bir durum olduğunun farkındayım. Bir yanda, halkın geniş kesimlerinin metropollerde AKP’yi geriletme isteği, diğer yanda HDP tabanının son derece haklı hassasiyeti. HDP, her şeye rağmen ‘AKP’yi geriletme’ uğruna tavizkâr olmayı tercih edebilir mi? Bilemem bunu. Zor bir karar. Böyle bir durumda, partisine bağlı insanlar, dişlerini sıkıp genel karara uyarlar mı ya da uyarken ne kadar zorlanırlar? Büyük konuşmak istemem. Kendi payıma, ömrü boyunca sandığın kenarına bile yaklaşmamış olan ben, ancak 7 Haziran süreciyle birlikte oy kullanmaya başladım. Başladım, çünkü özellikle 7 Haziran’da, ilk kez derli toplu bir platformun ortaya çıkıp ciddi bir güven duygusu aşıladığına tanık oldum. Ve yine ömrümde ilk kez, 7 Haziran akşamında seçim sonuçları açıklanırken gazete yemekhanesinde yanımda yöremde kim varsa kucaklayıp şapur şupur öptüm.
Şimdi, yine aynı duygulara sahip miyim? Bilmiyorum, özellikle İstanbul söz konusu olduğunda biraz daha karışık geliyor her şey. Okuyucuya ‘ayar’ veren yazarlardan değilim. Şüphesiz belli politik pozisyonları ve kurumları temsil eden ve bağlayan yazarların böyle bir görevi de vardır, ona bir şey diyemem ama ben o pozisyonda değilim. Sanırım birçok insan gibi ben de Haziran’da yaka bağır açıp yürürken, Mart’ın ‘değişken’ havasında tereddütlü bir ruh halindeyim.
Atkı mı sarmalı insan boynuna, yoksa gömleğinin düğmelerini mi açmalı cömertçe?
Ve belki de daha kritik soru şu: “Örgütlenmesi” gereken insanların “seçmenleştirilmesi”ne daha ne kadar katlanmalıyız?