Geçen hafta birçok gazete ve sitede 8 yıl önce Bursa Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü (BUSKİ)’de taşeron şirket bünyesinde temizlik işçisi olarak çalışan Emine Arık’ın boş bir çikolata kutusu yüzünden işinden nasıl olduğunu okuduk.
Emine Hanım 16 yıl temizlik işçisi olarak çalıştığı BUSKİ’de çöplerin de bulunduğu vestiyer alanında boş bir çikolata kutusu bulmuş, içine iğne iplik koyarak dikiş kutusu yapabileceğini düşündüğü kutuyu almış. Oysa bu kutu taşeron firmanın şefine aitmiş. Şefin şikayeti üzerine Emine Hanım hırsızlık suçlamasıyla tazminatsız olarak işten atılmış. Açtığı işe iade davası Bursa 2.İş Mahkemesi’nde görülmüş. Mahkeme ortada bir zarar olmadığı için tazminatsız işten atmanın orantısız bir karar olduğuna hükmetmiş. Ama Yargıtay 22. Hukuk Dairesi “başkasına ait çikolata kutusunu alarak kendisine mal etmesinin doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış niteliğinde olduğuna” karar verip yerel mahkemenin kararını bozmuş. Yerel mahkeme kararında direnince son sözü söyleyen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tam 8 yıl sonra davayı sonuçlandırıp Emine Hanım’ı haksız bulmuş.
Olayı uzun uzun anlattım ama her bir aşaması ayrı bir ibret olan Emine hanımın vakası Türkiye’de “taşeron çalışma” gerçeğini o kadar yalın ve sarsıcı bir biçimde anlatıyor ki. Bir çikolata kutusunun bir işçinin emeği ve varlığından daha değerli gören bu gayri insanı anlayış, emeğin değersizleştirilmesi stratejisinin hayattaki karşılığı işte. Taşeron çalıştırma da bu stratejinin koç başı.
Taşeron 2003 yılı sonrası ivme kazanan ve çalışma hayatında güvencesizliği yerleşik hale getirmek için kullanılan bir çalıştırma biçimiydi. Türkiye’de 16 Milyon ücretli çalışanın en az 1 milyon 200 bini taşeron işçiydi. Taşeron çalışma yıllarca Türkiye toplumunun ve çalışma hayatının kanayan yarasıydı. 2017 Aralık’ında yıllar süren “taşerona müjde” haberleriyle yaratılan beklenti sonuçlandırıldı 696 sayılı KHK ile ihale düzeneği ile farklı şirketlere bağlı olarak çalışan işçilere “kadro verdik” denildi. Ama bu kadro vaadinin altından kamu işçisi statüsüne pek de benzemeyen bir ara form çıktı. Aracı şirketler ortadan kalktı. Ama çalıştırma düzeninin ruhu değişmedi.
Emine Hanım’ın hikayesiyse taşeron çalışmanın basit bir kadro sorunu olmadığının ispatı. Asıl sorun işyerinde ortaya çıkan farklı statülerde çalışma ve ona bağlı oluşan rekabetçi hiyerarşiydi. Bu hiyerarşide herkes istihdam edildiği kadroya göre konumlandı. En üstte 657’li olarak anılan memurlar, onların altında 4 B’liler, kamu işçileri, onların altında ise geçici işçiler, taşeron işçiler…
Bu piramidin altın yer alanlar en insani muameleden en temel haklardan mahrum kaldı. Düşük ücret ve belirsiz çalışma koşulları nedeniyle varlıkları değersizleştirildi. Birçok kamu kuruluşunda siz de tanık olmuşsunuzdur, taşeron temizlik işçisi personel çoğu yerde isimleriyle bile anılmazdı. Ali Bey, Ayşe Hanım diye seslenilmek yerine ihaleyi alan firmanın adıyla ya da “personel” diye seslenirlerdi onlara. İşyerinde birlikte hizmet ürettikleri insanların gözünde bile varlıklarına saygı duyulmuyordu. Birçok işyerinde taşeron işçi yemekhanesi, servisi hatta giriş-çıkışı bile ayrıydı. Adları ile hitap edilmek gibi en insanı muameleden bile mahrum bırakıldılar. Görünmez kılındılar yok sayıldılar. Sınıf içi parçalanma ve rekabetin en acımasız yüzü onların gündelik çalışma koşulları oldu.
Bir yıl önce yapılan düzenlemeyle hükümet ihale düzenine son verip aracı şirketi ortadan kaldırmış olabilir. Ama taşeron çalıştırmanın stratejik hedefi olan emeğin değersizleştirilmesi programı, farklı statülerde çalışma düzeni korunarak ve sınıf içi rekabet diri tutularak sürdürülüyor. Kiralık işçilik, geçici işçilik, kısmi çalışma…
Emine Hanım’ın hikayesi güvenceli çalışma mücadelesinin basit bir “kadro” sorunu olmaktan öte insanca çalışma, var olma, onurlu yaşama kavgası olduğunun en somut kanıtı. O yüzden taşeron düzenine karşı kavga bitmedi sürüyor, sürecek…