Güzel bir rüzgâr var. Açık ovada önüne bin bir kokuyu birbirine katarak esiyor esiyor, geliyor, verandanın dibine kök salmış sarmaşığın taze yapraklarına dokunuyor. Dokunmasıyla arıların hafiften dikkati dağılıyor, bir telaş içinde hepsi. Güneş eğilmeden, gün dönmeye yazmadan sarmaşık dallarının arasındaki minik çiçek tohumlarını ayaklarıyla dürtüp, iğneleriyle alış-veriş ettirecekler.
Ortalık insanın yarattığı her türlü ses bulutundan ayıklanabilse bu işlem sırasında çıkan sesleri de duymak mümkün. Sarmaşığın çıkarttığı ses demek istedim. Arılar bu dürtme işlemini ne kadar çok yaparlarsa o kadar iyi olacak. Sarmaşık memnun, arı memnun ayrılacaklar bu günlük. Benzer bir pazar yeri hemen önündeki yaseminler için de geçerli. Yerde su birikintisi var, orada da bir koşturmaca hali. Kuşlar, solucanlar, larvalar hiç de öyle aylaklık içinde değiller. Her gün bu pazar yeri kurulu, her gün hepsinin ayrı ayrı görevleri, satışları, alışları var. Minik dalga hareketi ve rüzgârın desteği ile yer değiştirip başka bir fayda halindeler. Katman katman bir dünya bu. Aynı havaya, suya, toprağa ihtiyaç duyanların oluşturduğu katmanların dünyası…
İnsanoğlunun bulunduğu katmanda işler biraz karışık. Yukarıda içgüdüsel ekonominin içinde gün kararana kadar hayatta kalma ve ürün/yiyecek toplama eyleminin ardında insana DA kalan habitat yani yaşam alanı tarif etmeye çalıştım. “Da”yı büyük harf yazdım, bu dünyanın tek sahibinin insan olmadığını vurgulamak için. İnsanın kurduğu pazar yeri oyunları doğanın bilgisiyle çatışma halinde zira işin içine açgözlülük, doymak bilmezlik girmiş. Bir “çevre” içinde yaşama durumunda olan yaseminde, sarmaşıkta, larvada ara ki bulasın. Birkaç parametrede kayıt tutulabildiği için sosyal antropoloji çalışmalarına derin kaynak oluşturabilen kıta Avrupası tarihinde pazar yeri kavramı, geldiğimiz noktanın açıklamasında kullanılabilecek verilere sahip. 1160 yılında, orta Avrupa’da bir şehirde kurulan pazar yerinde fırsat ile değişmezlik, merhamet ile saldırganlık arasındaki karşıtlıklar tek bir amacı olan, yani kar etmeye çalışan insanı tarif edebiliyor.
Şehrin belli bir yerinde kurulan pazar yerinde denetlenebilir bir büyüme gözlenirken, metal ve dokuma işi yapanların mallarını pazarda satmaya başlamalarıyla sadece o günlük değil sezonluk müşteri bulma imkânı yakalanmış oldu. Böylelikle metal ve dokuma işi yapanlar pazarda tezgâh açmadan müşteriye ulaşabileceklerdi. Çalıştıkları sokaklardan müşterilerine satış yapmaya böyle başladılar. Sokaktan yapılan ticaret devlet/iktidar tarafından denetlenebilir olmaktan çıkıverdi. Ticaret kanununda sürekli ve acımasız kurallar getirilmeye başlandı. Kar etme dürtüsü her şeyin üstesinden geldi, bu durumda zanaatkarlar sattıklarını sokak sokak dolaştırmaya başladılar. Onların bu buluşu tefecilerin de dolaşarak iş yapmalarına yol açtı. Bu hareket pazar yeri olarak ayrılmış alanın dışında, denetlenebilir olmaktan çıkmış bir serbest ekonominin ilk adımları oldu. Saldırgan rekabet ya da dizginsiz rekabet diyerek biraz yumuşatalım, kendi kendini yok etmeden -oysa ki din kitapları hep tersini vadediyor- yaşadığımız şu ana kadar geldik. Önümüzde bir arı var. Ağzında tuttuğu tözü o kovandan bu kovana götürüp satmaya çalışsa inanmayız çünkü yapmaz. Bir şey almışsa bu kendi yararına olduğu kadar sarmaşığın, yaseminin yararınadır da…
Bir sonraki töz için müşteri garantisi alıp kendisine “melek yatırımcı” aramaya da kalkmaz. Bunlar insanoğlunun işidir. Arıların nesli tükenirse besin kaynaklarının önemli bir bölümü de tükeniyor. İnsanın nesli tükenirse ne oluyor… Sarmaşıkla arının ilişkisi on binlerce yıldır birbirinden yana olma, iyiliğinden yana olma sarmalı içinde hala devam ederken, böcek ve yeşile karşı acımasız üstünlüğünü geçtiğimiz 150 yıl içinde ispat etmiş insan düşünsün dursun, acaba nerede hata yaptık diye.