Bugünlerde Yeni Cumhurbaşkanlığı Sistemi denilen sistemin, seçimler dışında bir anlamı olamamış “demokrasimizde” bir iyileşmeye değil aksine seçimlerin de anlamını yitirerek bir tek adam rejimine dönüştüğüne tanık oluyoruz. Zaten olduğu konusunda her daim kuşku duyulması gereken “hukuk devleti” kavramı da son olarak görevleri bitmekte olan YSK üyelerinin görevlerini uzatan yasa düzenlemesiyle ve de Anayasa’da açıkça yazdığı halde Meclis Başkanı’nın istifa etmeden belediye başkan adayı olmasıyla rafa kalkmış durumda.
Bu her şeye kadir tek adam rejimi yolunda topuzun ucu kaçırılırsa sistemin açık faşizme döneceği aşikar. Dolayısıyla demokrasiden yana güçlerin bu gidişe nasıl son vermek gerekir sorusu kadar, böylesine kutuplaşmış ve bölünmüş bir toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği sorusuna da kafa yorması gerekir. Çünkü ilginç bir biçimde bizde yaşananlar yarın modern dünyanın birçok ülkesinde de yaşanacak olanlara işaret etmekte. Ne demek istiyorum?
Bir zamanlar imparatorluklar, nasıl dünyanın yeni doğan gerçekleri karşısında yerlerini ulus devletlere bırakmışlarsa, şimdi de benzer biçimde ulus devletler de dünyanın yeni doğan gerçekleri karşısında bir değişim sancısı yaşıyorlar. Tabii bu değişim sancısı devletten devlete aynı olmamakta, bizim gibi hala modernlik öncesi sorunlarla uğraşan ulus devletlerde durum daha da karmaşık bir hal almakta. Her ne kadar Türkiye, “modern dünyanın” asli bir unsuru değilse de modernlik öncesi sorunlarla modern dünyanın sorunlarını aynı zamanda yaşayan bir ülke. O nedenle de burada yaşananlar daha karmaşık. Modern dünya karşılaştığı sorunlarla daha uzun süre baş edebilme mekanizmaları olan bir dünya. Oysa daha henüz modernlik öncesi kurumlaşmalarını tamamlayamamış bizim gibi devletlerde bir de modernliğin sorunları eklenince bazı toplumsal sıkıntıların tezahürü daha erken olmakta.
Buradan ulus devletlerin ortadan kalkacağı gibi “kahramanca” bir varsayım yapmak değil niyetim. Ama bence kesin olan, zamanımızın ulus devletlerinin artık bildiğimiz “parlamenter demokrasilerle” yönetilmelerinin mümkün olmadığı. Çünkü parlamenter demokrasilerin amacı olan seçilmişler aracılığı ile “ortak aklın” bulunması, ister “çıkarlar” deyin, ister “kimlikler”, ister “kültürler” deyin etrafında bölünmüş bir toplumda gerçekleşmesi artık mümkün değil. Çağımızın en önemli gerçeği sanırım bu.
Dediğim gibi bu sorun yalnızca bizde olan bir sorun değil. Yakında Avrupa’nın başka ülkelerinde de göreceğimiz bir sorun. Aklıma Arend Lijphart’ın “ortaklık demokrasisi” (consociational democracy) adını verdiği sistem önerisi geliyor. Bu sistemde muhalefet de aldığı oy oranında yürütmenin içinde yer alabiliyor ya da bir başka versiyonunda azınlık olan muhalefete “veto yetkisi” verilerek yürütmeyi dizginlemesi sağlanmış oluyor. Uygulamaları da Belçika, Kuzey İrlanda, Güney Afrika gibi bölünmüş ulus devletler. Denilebilir ki bu ülkeler gerçekten uzlaşma üretebilmeleri mümkün olmayan ya etnik, ya da dinsel nedenlerle bölünmüş toplumlar, bizle ne ilgisi var?
Bence durum bizde de tam böyle. Belki bölünmüşlüğün derinliği bu ülkelerdekinden farklı gibi görünüyor olabilir ama, AKP’nin 16 yıldır pompaladığı kutuplaştırıcı politikalar toplumu belirgin bir biçimde bölmüş durumda. O nedenle de bu toplumun farklılıklarıyla birlikte huzurlu bir biçimde yönetilebilmesi yeni sistem arayışları üzerinde de düşünmeyi gerekli kılıyor. Ama sanırım öncelikle AKP’nin geriletilmesi gerekiyor ve önümüzdeki yerel seçimler her şeye rağmen bizlere böyle bir imkan sunuyor.