Ilgın Akkaya/ İstanbul
Tarihin sonunun geldiği ilan edildiğinden bu yana, tüm dünya bu ifadeyi adeta kabullenmeyerek yeni sarsıntılar ve dönüşümler geçirmektedir. Belki de Fukuyama’nın tarihin sonu olarak bilinçsizce bir ironiyle kastettiği şey, kendi ideal dünyasının sonuydu. Yine de modern 20. yüzyıl burjuva yazınında tarihin ve dolayısıyla toplumsal ilişkilerin değişmezliğini haykırmak kapitalist ibadetin bir vazgeçilmezi halini almıştır. Bu tutku dolu inanç, bazen çok farklı kisvelere bürünmüş bir şekilde karşıtının hücrelerine sızmaya çalışarak hiç yaratamadığı etkileri yaratma potansiyeline ulaşmıştır. Günümüzde kitapları çok satmaya devam eden ve ana akım medya tarafından da (ve özellikle ana akım medya tarafından) yoğun bir şekilde ilgi ve destek gören George Orwell, tarihin sonu tartışması bağlamında incelenmeye değerdir. Hem Hayvan Çiftliği hem de 1984, 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana oldukça popülerleşmiş ve modern burjuva kültürünün (özellikle de liberal kültürün) de önemli bir dayanak kaynağı olmuştur. İki kitabın en temel benzerliği, ikisinin de 20. yüzyıl insan toplumlarına dair birer distopik alegori olmasıdır. Peki ya genel amaçları ya da edebi özellikleri düşünüldüğünde, Hayvan Çiftliği ve 1984 ne ölçüde ‘’başarılı’’ olabilmiş kitaplardır?
Benjamin ve Winston
Rusya toplumunun Çarlık Rusyası’ndan Sovyetler Birliği’ne toplumsal dönüşümünün hayvan karakterler aracılığıyla anlatıldığı bir alegori olan Hayvan Çiftliği, çiftlik hayvanlarının maruz kaldıkları sömürü ve eziyete başkaldırarak çiftlik sahibini yenmeleri ve kendi öz yönetimlerini ele geçirmeleriyle başlar. Bu eserin bir alegori olmasının hoş bir edebi dokunuş olduğu düşünülebilse de bu eserde bu yazım yönteminin temel olarak hizmet ettiği şey, toplumsal ilişkilerin karikatürleştirilmesidir. Bu karikatürleştirme özellikle de hayvanlar arası iş bölümünde görülebilmektedir. Bu işbölümü, genel olarak değişmezdir ve 1984’te de olduğu gibi doğallaştırılmaktadır, farklı hayvan türleri arasındaki iş bölümünün değişimi olanaksızdır.
Bürokratik iktidar domuzların elindeyken genel olarak atlar ağır işleri yapan işçilerdir, köpekler ise bürokratik mekanizmanın fiziksel baskı araçlarıdır. Ama atların, domuzların, köpeklerin bu farklı özellikleri toplumsal ilişkilerin dönüşümünden ziyade doğalarından kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, 1984’te olduğu gibi, Hayvan Çiftliği’nde de yazarın kendisinin tezahürü olan bir “aydın’’ karakter bulunmaktadır. Bu karakter, kol emeğiyle lanetlenmiş ve “bilinçsiz’’ olarak resmedilen işçi karakterlere antagonistik olarak sunulmaktadır (Hayvan Çiftliği’ndeki eşek Benjamin ve 1984’ün ana karakteri Winston). İki kitapta da bu karakter düzenin baş düşmanlarındandır. Ve Hayvan Çiftliği’ne benzer bir şekilde, 1984’te de işçi sınıfı hayvana benzetilmektedir (‘prole’ların hayvan benzeri sesler çıkardığı ve vahşi bir eğlence anlayışı olduğuna değinilir). İşçi sınıfının hayvanlaşması, kapitalist üretim ilişkilerinin işçileri emek süreçlerine yabancılaştırdığını söylemenin eleştirel bir yöntemi olarak görülebilse de Orwell’in eserlerinde yarattığı karikatür kast sisteminde sınıflar esnekliğe sahip olmadığı gibi sınıflar arası geçişler de pek mümkün değildir. Ve sınıfların nasıl oluştuğu dahi açık bir şekilde belirtilmemektedir Orwell’de.
Sınıflar hem doğal işbölümünün sonucu hem de bir tür kontrol mekanizmasından kaynaklanmaktadır. Düzen, doğayla iç içe geçmiş ve hatta doğadan kaynaklanmaktadır. Onu değiştirmek mümkün değildir ve hatta Popper’ın toplum mühendisliği üzerine dediklerine benzer bir şekilde, onu kökten değiştirmeye çaba etmek daha kötü sonuçlara yol açacaktır. Ve Hayvan Çiftliği’nin sonunda Orwell, düzenin değişime bağışıklığı olduğunu göstermek için domuzların sömürücü insanlara dönüşümüyle finalini yapmıştır. Buna rağmen Orwell’in yaklaşımı, kapitalizmi bir gül bahçesi olarak kabul etmekten ziyade onu zorunlu bir eziyet düzeni olarak gören karamsarlık dolu bir düşünceler bütünüdür.
Orwell’in değişim karşıtlığının temelinde, onun insana içkin gördüğü doğal iş bölümü yatmaktadır. Orwell için insanın toplumsal ilişkiler bütünü, doğal bir zorunluluğun sonucudur. Orwell’in eserlerinde düzen, çelişkilerden yoksundur ve bu durum, 1984’te farklı devletler arasında süregelen danışıklı dövüşte görülebilmektedir (Hayvan Çiftliği’nde Napolyon ve Kartopu arasındaki mücadele sistemin iç çelişkilerinden ziyade bireysel farklılıklardan kaynaklanan bir çekişmedir). Buna ek olarak, insan toplumuna ait ilişkileri değişmez kalıplar olarak ele almak ve karikatürleştirmek edebi olarak yalnızca kolaya kaçmak değil, aynı zamanda bilinçli bir ideolojik hamledir. George Orwell, üretim tarzları olarak kapitalizm ve sosyalizm arasında var olan farklılıkları silikleştirmekte, böylelikle de okurunu insan toplumunun doğasının değişmez olduğu sonucuna vardırmaktadır (Vahşetlerle ve sömürüyle olduğu kadar mücadeleyle, değişimlerle, devrimlerle ve ilerlemelerle dolu insanlık tarihi Orwell’in bu iki eserinde yok sayılır, her şey karamsar bir kısır döngüdür Orwellci dünyada. Ve belki de Orwell sanıldığı kadar eşitlik yanlısı biri de değildir.
Komünist toplumun iş bölümünü aşmış bütünlüklü bireyi, onun hayallerinin parçası olmamıştır, o belki de entelektüel ayrıcalık fetişizmiyle karnını doyurmaktadır, bilginin özel mülkiyetiyle). Bunun yanında, faşizmin yükselişine dair distopyalar yazılmasından ziyade özellikle sosyalist deneyimlerin hedef tahtasına oturtulması yine tartışmalı bir durumdur. Orwell’in eserlerinin 1950’ler ve sonrası anti komünist propagandanın ve daha sonrasında sermayenin deregülasyonunun yolunun açıldığı ve metalaşmanın sınırlarının sonuna dek kaldırıldığı neoliberal kaosun temel bileşenine dönüşmesi şaşırtıcı değildir. Sosyalizm ve komünizm eleştirisinin yeni bir referans noktasına taşınması, yani sosyalizmin içine yerleştirilmeye çalışılması bu propaganda için hayatidir çünkü emekçi sınıfların kapitalizme sevgisi kalmamıştır, ama öfkeleri ehlileştirilebilir. Kendi öz güçlerinin, bilinç potansiyellerinin yok sayılması işçi sınıfını silahsızlandırmanın tek yoludur.
Mevcut düzen, bunu negatif faktörler kullanarak (işçi sınıfının öz gücünü reddederek ve umutsuzluğu, alternatifsizliği besleyerek) yapabildiği gibi günümüzde artan baskıcı-merkezi yönetimlerin yaptığı gibi pozitif faktörler kullanarak da yapmaktadır (İşçiye yabancılaşmış bir yönetim mekanizması, dini yapılarla bütünleştirilen ve daha ‘’yekpare ve bütün’’ bir toplum illüzyonu yaratarak ondan gizlenebilmekte, faşizm ve onun sokaklara vuran gölgesi sivil faşizm ona kolektif bir yönetim biçimi gibi sunulabilmektedir. Ama yine de sunulan bu kolektif yönetim biçimi ayrıştırıcı özelliklerini gizlemez, her işçinin yararına olmadığını açıkça gösterir, onun sunduğu şey daha iyi koşullara sahip bir sivil-faşist ve bürokrat konuma sahip olma potansiyelidir ve buna tüm işçilerin sahip olamayacağı işçilere de açıkça hissettirilir. Elbette buna ek olarak ucuz işgüçlerinden faydalanılan göçmen işçiler, yerli işçilerin gözüne bir ‘’tam zamanlı tehdit’’ olarak inatla sokulmaktadır).
Orwell’in hayal dünyası
Yine de tarihin sonu gözlerden ırak kalmaya devam etmektedir. Sosyalizmin 20. Yüzyıldaki yenilgisi, neoliberalizmin böbürlenerek anlattığı bir efsane olmuştur ama artık totaliter kelimesi kullanılarak günah keçisine döndürülecek bir sosyalist deneyimin mevcut olmadığı günümüz dünyasında kapitalizmin vahşeti, yıkıcılığı, yarattığı ekolojik tehditler, dinsel düşünceye tüm gücüyle sarılması ve yabancılaştırıcı doğası, gerçek distopyayı gözler önüne sermektedir. Gerçek dünya, Orwell’in kısır döngüsel hayal dünyasından, bir türlü uyanamadığı ‘’aydın’’ kabuslarından, ‘sıçan korkusundan’ ve basit alegorilerinden çok daha farklıdır, düzenin içsel çelişkileri hareket dolu, karmaşık ve canlıdır. Devrimci potansiyeli küçümsenen emperyalist ülkelerde dahi emek-sermaye çatışması derinleşmekte, dünyanın dört bir yanında yeni bir ‘öfke’ patlaması belirmektedir. Sermayenin açlığı, onu daha fazla kan emmeye iterken kanından canından olanlar her yerde bir çıkış aramakta, tarihin sonunun geldiğini inatla reddetmekte, kendi tarihlerini yazmaya hazırlanmaktadırlar.