İdris’in romanı ve kahramanları hâlâ süren ve bitmesini çok istediğimiz ama tellalları artıkça uzayan savaşın birer fotoğraflarıdır. Cesareti olanlar kendinden bir parça bulurlar bu romanda, olmayanlar, kendilerini keskin bir makasla keserler
Ülkemizin tarihçileri, tarih okulundan mezun olmuş kimseler değil, sanatkârlardır ve sanatkârların en çok yetiştiği yer de hapishanelerdir. Hapishaneler, Osmanlı’dan bu yana Medrese-i Yusufiye ya da Yusuf’un Makamı olarak bilinirler. Buralarda insanlar en çok kendilerini dinler ve başka seslere kulak verirler; böylece kalplerini mürekkep denizine çevirir, akıllarını da kalem ederler.
Yazarlar, çizerler, söylerler… Çünkü sanatkârlar, sevdiklerinden emin oldukları an, cüretin mislisini göstermede mahirdirler. Hapishaneler bu mahirleri alır, emzirir, büyütür, halkın dili iken, kaleme dönüştürürler. Son süreçte pek çok arkadaşlarımız hapishanelere konuldu; dostlarından, arkadaşlarından, eş ve çocuklarından ayrıldılar… Ama buralarda boş durmadılar yine. Duvara dolanan sarmaşıklar gibi hikâye, şiir, roman yazarak dışarı uzandılar ve giderek, sarmaşıktan kökleri boyları kadar uzun olan meşe ağaçlarına dönüyorlar…
Son olarak elimizde İdris Baluken’in Üç Kırık Dal romanı var. İdris’i kimileri doktorluğundan, kimileri vekilliğinden tanır, bense onu kalbinden tanıyordum, şimdi ise her satırı kalbi olan kitabının sayfalarından okuyorum onu. Üç Kırık Dal, hikâyesi derdi olan bir romandır. Romanda üç arkadaş vardır ve bunların çevresi ile de roman gelişir, dal budak sarar. Romanın temel kahramanı Deniz’dir. Olay ve kişiler Deniz’in doğumu ve ölümü etrafında gelişir. Deniz, bir isim değildir, isminden de anlaşılacağı gibi babanın temennisidir ancak baba daha çocuğunu yeterince sevmeden bir deniz kazasında ölür.
Deniz’e, annesi hem analık hem babalık eder; besler, büyütür ve Deniz çiçeği burnunda, Diyarbakır’da bir tıp talebesi olur. Yurt ararken, iki kişi ile tanışır; Cengiz ve Alican’la Diyarbakır’da bir ev tutar. Bu ev romandaki gerilim, düğüm ve serimin de anahtarıdır. Buradan, bu evden kahramanları tanır, kişilikleri ile yüzleşiriz. Bu evde, herkes hayal kurar ve hayallerini, masal kahramanları gibi anlatırlar birbirlerine. Birbirlerini hiç mi hiç incitmezler. Cengiz, gazeteci; Alican ise avukat olacaktır. Her birinin mesleklerini seçmede yine dertleri vardır. Cengiz boşaltılan köylerin, faili meçhul cinayetlerin peşine düşmek ve bunları yazmak ister. Alican, babasını haksız yere hapis yatıran hakimi bulmak ve ona bir hukuk dersi vermek ister.
Adalet, Alican’la birlikte artık büyük sineklerin takılı kaldığı, büyüklerin de delip geçtiği bir örümcek ağı olmaktan çıkacaktır. Sonra bunlara, bir yama gibi Erdoğan musallat olur… Erdoğan, ihtiyaçtan dolayı eve alınan ama, daha çok üçünün ilişkisini pekiştirmek için romanda yer alan ara bir karakter, belki de ilerde İdris’in yazacağı başka bir romana girecek asıl kahramandır, kim bilir? Ama bu romanda Erdoğan siliktir. Biraz üzerinde çalışılsa Stendhal’in kibirli, Proust’un züppe karakterlerinin karışımı bir tip olarak karşımıza çıkabilir. Özetle, bu evde en olumsuz gibi görülen Erdoğan bile sürekli anlatır ve anlaşılmak ister; sıkıntı ve onu, romanda önemli bir yan karakter yapan ise anlaşıldığı an, yine aslına dönmesidir; dinlemesi, anlıyorum demesi bile, garip bir maske, hatta, kendi keyfiyetinin bir yan sermayesidir.
Kendisi olamayan bu adam, zaman zaman kendisi olan iyi adamları, kötücüllüğü ile ortaya çıkartır… Roman, Deniz’in doğumu esas alınsa bile, asıl olarak altı yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu doğrudan bize doksanlı yılların gençliğini verir. Politik olarak bu gençler, siyasetle ilgilenmez; okuyarak-yazarak politik duyarlıklarını dile getirirler. Aseksüel ve gözü hep başkasının malı ve sevgilisinde olan Erdoğan dışında Deniz ve Alican aşık olurlar. Cengiz ise iki arada bir derede kalır. Kız arkadaşı yoktur. İçli sesi ile şarkılar söyler ve sırası geldiğinde kalbini suya döker, Dicle’nin kıyısına gidip dert söker… Dayısı sınır ticareti yaptığı için eve hatırı sayılır katkı sunar; Deniz ve Alican’ı kardeş bilir, canından çok can der onlara. Sonra sınır ticareti durunca, ihtiyaç meselesi yüzünden, kendi odasını Erdoğan’a verecek ama Alican ve Deniz’den kopmayacak kadar da derin arkadaşlık bağlarına sahiptir. Bu üç karakterden ikisinin, kendi kalplerinin hamurundan yoğrulmuşçasına yürekli, erdemli kız arkadaşları olur. Deniz, Gülçiçek adında, saçları kıvrım kıvrım, bir edebiyat öğrencisine aşık olur. Gülçiçek, maddi durumu yerinde, İstanbullu bir ailenin tek çocuğudur.
Sosyal, siyasal, toplumsal olaylara pek ilgi duymaz, varsa yoksa, derdi edebiyattır. Bir süre sonra herkesin bilgi kaynağı olur; okur ve okuduklarını Deniz, Alican ve Cengiz ile paylaşır. Cengiz ile iyi bir dostluk kurar. Kürtçe şiirler okur Cengiz ona, çevirilerini yapar. Giderek, dil ve kültür üzerinden köklü bir dostluk gelişir. Yine Alican ile hukuk ve edebiyat konuşur, hukuk ve edebiyat bağlamında romanlar önerir; Kafka’nın Dava’sı; Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı gibi… Deniz ise tam bir deltadır. O, Gülçiçek’e hem kalbi hem beyni ile bağlıdır. Gülçiçek, onu hekimliğinden ötürü Çehov’a benzetir. Alican’ın kız arkadaşı Devrim ise rengarenk biridir. Ruhu, Ankara’nın göğüne sığmaz. O kadar adalet duygusu gelişmiştir ki, Alican öfke ve hukuk girdabına girince, onu çekip alır.
Romandaki şahıslar kadrosu böyledir. Romanda herkesin mezun olması ile gerilim artar. Artık evlilik hazırlıkları vardır. Deniz, Gülçiçek’in; Alican, Devrim’in ailesini tanır. Düğünler, hazırlıklar başlar. Küçük burukluklar olsa da hayat, onlara bu şansı vermiştir. Alican, babasını yıllarca hapiste tutan hakimden acı bir intikam alır. Babasının yıllarını geri alamaz ama, bir yetim gibi büyümenin, babasının hapis yıllarına göre gidilen kentlerin acı duygusunu az da olsa siler. Cengiz, bir gazeteci olur. İstanbul’da, büyük gazetelerin birinde çalışmaya başlar. İdeal gazeteci olmamıştır. İktidarın borazanı olan gazetelerde çalışır. Ki bu gazeteler, siyasi rüzgâra göre manşetlerini yellendiren cinstendirler. En nihayetinde roman finale yüzünü döner. Yer, Diyarbakır’dır. Büyük bir miting olacaktır. Cengiz, Gülçiçek’i arar, geleceğini söyler. Alican, belki gelecektir. Deniz ise o gün ambulans doktoru olarak görev yapacaktır. Herkes sevinçlidir. Meydan bir şenlik yeri gibidir. Herkes, barış için, kardeşlik için sloganlar atmaktır. Gülçiçek, halay başıdır, oynar arkadaşları ile. Cengiz, en iyi fotoğrafları çekmek derdindedir.
Tek kareyi dahi kaçırmak istemez. Derken, o uğursuz an gelip, kitlenin yakasına yapışır. Bir bomba sesi gelir. Yer yerinden oynar. Her taraf kan ve ceset dolar birden. Bu arada, bir süre önce Deniz’in hastanede iken baktığı bir kadın, bir barış anasının gözünde beyaz bir pelerin havalanır. Gözleri yaş içinde bu barış anası bağırır: Civanım, doktor civanım, oğlum, yavrum. İlk bakışında, diline bir ağıt dolanır, akar. Kelimeler dilinden sökün eder. Başında nöbet bekleyen, canı ağrıdığında sanki canı ağrıyormuş gibi yanına gelen, serumunu yenileyen genç doktoru kanlar içindedir, yerdedir. Romanın finali, günceldir, dokunaklıdır. Gülçiçek, son bir kez Deniz’le konuşmak ister ama bir türlü başaramaz. Kendisi dilini kaybeder. Gözyaşlarından gövdesi su içinde kalır, Deniz’le yaşadığı anların, anıların içinde yüzer… Cengiz, son kez arkadaşını görememenin acısını bilenir. Dicle’ye gider; gideceği bir yer yoktur. Su, nerden geliyorsa, yüzünü oraya döner. Alican! İşte, hukukun terazisini tutan bu genç adam, hepsinin acısı ile yaşar. Hepsinin yükünü omuzlarında taşır.
Romanın en dokunaklı kısmı, kuşkusuz Deniz’in ölümü ve baktığı hastanın son bakışlarıdır ama burada asıl sona bıraktığımız Deniz’in annesidir… Başta söylemedik… Anneler en sona bırakılmalıdır… Annesi, kocasını bir deniz kazasında kaybetmiştir. Oğlunu ise, bir katliam sunağında kurban vermiştir. Acısı ele gelmez, yüreği dağlara yetmez biridir. Kimbilir belki bu kadın, bugün kalbiyle oğlunu kuşanmış bir barış annesi, belki de akıl hastanesindedir. Gülçiçek ise, ordadır; belki başka biriyle evlenmiştir, bir oğlu olmuştur ve adını Civan koymuştur. İdris’in romanı ve kahramanları hâlâ süren ve bitmesini çok istediğimiz ama tellalları artıkça uzayan savaşın birer fotoğraflarıdır. Cesareti olanlar kendinden bir parça bulurlar bu romanda, olmayanlar, kendilerini keskin bir makasla, bu fotoğraflardan keserler. İdris’te bu fotoğrafın bir başka yerindedir; tutsak bir bulut gibi, dört köşe bir gökten bize bakmaktadır.