Öncelikle ekonomik ve sosyal hayatımızda derin yaralar açan 2018 yılını geride bırakıp girdiğimiz 2019 yılının tüm insanlığa ve ülkemize, halklarımıza barış ve demokrasi getirmesini, tüm okuyucularımın mutlu ve sağlıklı bir yıl geçirmelerini delirim. Yeni yıl kutlu olsun, sala we é nu piroz be. Geçen yazımda Maraş Katliamı’ndan sonraki dönemi yazmış, kısaca Maraş’taki nüfus hareketlerinden söz etmiştim.
Olaylardan önce neredeyse yarı yarıya olan Kürt ve Alevi nüfus, yüzde 15’lerin altına inmiş bulunmaktadır. Doksanlı yılların başında bana gelen bir gazeteci, Paris’te 19.500 Sinemilli yaşadığını söylemişti. O nedenle ben, “Tek ve en büyük Sinemilli kenti Paris’tir” derim zaman zaman.
Konu, sosyologların, toplum psikolojisi ve demografi uzmanlarının bilimsel bir biçimde ele alması gereken önemdedir ve umarım bu alanda çalışmalar daha fazla gecikmez.
Davaya gelecek olursak, öncelikle o dönemin konseptine göre bir muvazzaf subayın başkanlığında iki askeri hakimden oluşan Adana Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sunulan ve 35-40 kadarı solcu ve Alevilerden oluşan sekiz yüzü aşkın sanık hakkında hazırlanan iddianame yanlış kurgulanmıştı. Normalde o zamanki ceza kanununun 146. maddesine göre yani TBMM ve hükümeti zor kullanarak devirmeye yönelik açılmalıyken, 149. maddeye, karşılıklı mukatele, yani kavga ve öldürüşme suçuna göre açılmıştı. Amaç, asıl suçluların ortaya çıkmasını engellemek ve maşa olarak kullanılanlara verilecek cezalarla toplumu yatıştırmaktı. Halbuki asıl amaç, sonradan da ayan beyan ortaya çıktığı gibi, Meclis ve hükümeti devre dışı bırakıp iktidara el koymaktı ki bu da amacına ulaştı, 12 Eylül faşist darbesi oldu.
Ben, duruşmaya CHP genel merkezi adına katıldım. İlk duruşmaya gittiğimde CHP’den Genel Başkan Yardımcısı Vamık Tekin başkanlığında, Senatör Kemal Sarıibrahimoğlu, milletvekileri merhum Hüseyin Doğan ve şu an anımsayamadığım toplam yedi kişilik bir avukat parlamenterler grubu gelmişti. Onlar, solcu ve Alevi sanıklar adına savunma makamında durmak istedilerse de ben, müdahil olmamız gerektiğini, katillerin avukatlarıyla yan yana duramayacağımızı ve esasen vekâletnamenin de bu yolda olduğunu söyleyince, hep birlikte iddianın yanında yer aldık, müdahil olduk.
Ayrıca Aydınlık gazetesi de dört kişilik bir avukat ekibiyle katıldı. Doğrusu, sonuna kadar da davayı çok güzel götürdüler. Hepsi ile de iyi bir dostluk kurduğumuz o gruptan sevgili Av. Nusret Senem’in, HDP’nin kapatılması için verdiği dilekçe ve söylediği sözler, beni derin hayal kırıklığına uğrattı.
Solcu ve Alevileri savunmak üzere görev almış üç değerli dostum, Av. Ahmet Albay (CHP il başkanı), Av. Halil Sıtkı Güllüoğlu (CHP milletvekili adayı) ve Av. Ceyhun Can (TİP yöneticisi, üniversiteden arkadaşım) dava sırasında faşist kurşunlara hedef olup hayatlarını kaybettiler. Işıklar içinde yatsınlar. Haberleri televizyonda verilince o zaman dört yaşında olan kızım, “babama da sıra gelecek mi anne?” diye sorarmış.
Bu atmosfer içinde Adana’da kaldığım bir buçuk yıla yakın süre içinde kaldığımız otel, cezaevi, mahkeme salonu olarak kullanılan Spor Sergi Sarayı, THY bürosu ve aynı binada bulunan Cumhuriyet gazetesiyle havaalanı dışında hiçbir yere gitmiyorduk. Gittiğimiz yerlere de tanıdık iki üç taksi dışında araca binmezdik.
Davadaki sanık profili, Maraş’ın Sünni Türk kesiminin hemen hemen tamamını kapsayacak gibiydi. Tanıdığım bir çok CHP’li ve solcu ailenin yakınları, onlarla aynı soyadını taşıdığını görünce şaşırıyorduk. Onlar, CHP’li, solcu olduklarını söyleyip suçsuzluklarına kanıt bulmaya çalışıyorlardı. Bir tek Kürt Alevi sanık vardı sağ kesimde. Bir Sünni-Türk kızıyla evlenmiş, köyüne yerleşmiş ve onun da katılmış olduğu söyleniyordu. Kendini, “ben de Aleviyim, suçsuzum” diye savunuyordu.
Dava sırasında mahkeme, iddianamenin amacına ters düşecek davranışlardan kaçınma dışında el hak, usule uygun davranırdı. Gerçek sanıkların ortaya çıkarılmasına yarayacak, yeni davalara yol açacak davranışlardan özellikle kaçındı. Bu yoldaki taleplerin hemen hepsi reddediliyordu.
Yeni davalara meydan vermemek için çok açık bir biçimde ve zaman zaman salondaki sanıkları bile kahkahayla güldüren ve yalan olduğu her hecesinden açığa çıkan beyanların bile üstüne gidilmiyordu. Keşif sırasında bir Alevi komşusunun tutuklanmasına neden olan birine olayı nasıl gördüğü sorulduğunda, evinden gördüğünü, onun kendi penceresinden ateş ettiğini söyledi. Halbuki evi, çapraz sokaktaydı ve görmesi olanaksızdı. Hakimin bunu hatırlatması üzerine “gördüm hakim bey, o ateş etti” dedi, yalan beyandan dolayı, isteme rağmen hiçbir işlem yapılmadı.
Dava bu minval üzere sonuçlandı ve otuz üç kişi idama mahkum edildi. Diğerleri çeşitli ağır hapis cezalarına çarptırıldı.
Yargıtay aşamasında 12 eylül faşist darbesi olmuş, siyasi partiler kapatılmıştı. CHP’ye atanan kayyım ise müdahale etmedi ve benim vekâlet sıfatım ortadan kalktığı için o safhada bulunmam mümkün olmadı.
Sonuçta bir kısım sanıkların idam cezaları değiştirildi, 29 kişi idama kesin hüküm giydi, ancak daha sonra çıkan af yasasıyla onlar da kurtuldular ve olayların perde arkası böylece karanlıkta kalmaya devam etti.
Merhum Yaşar Kemal, davayı romanlaştırmak istediğini söylerdi hep ve benden dosyaları isterdi. Ama nasip olmadı.
Yargıtay’a sanırım 187 klasör olarak giden davanın bende birleştirmeler ve bazı evrakı ayıklamam nedeniyle elliye yakın klasör vardı, ancak maalesef o dönemin fotokopi tekniğiyle alınmış dosyalarda, yazılar silinip okunmaz hale gelmişti.
Maraş Katliamı davası, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu bataklığın anlaşılması açısından incelenebilecek en önemli bir laboratuvar niteliğindedir. Eğer o dava layıkıyla ele alınsaydı, Türkiye demokrasi yolunda çok önemli adımlar atar, ondan sonra meydana gelen Çorum, Gazi, Roboski katliamları, Sur, Cizre, Nusaybin bodrumalarındaki ölümler, onlarca şehrin yerle bir edilmesi engellenebilirdi.