“Yolcuları çok olan yoldan değil, gideni az olan yoldan yürü”. Hz. İsa
XVII. yüzyılda Fransız matematikçi, fizikçi, filozof René Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” [Cogito ergo sum] demişti. Descartes bununla, ‘doğru bildiklerin doğru olmayabilir, inançlarının bir karşılığı olmayabilir’, demek istemişti. Tüketim toplumunun ‘ortalama insanı’ da “tüketiyorum, öyleyse varım” diyor… Fakat, tüketim yok etmek demeye de geliyor. Dolayısıyla sanıldığı gibi masum değil. Tüketimin eski dildeki karşılığı istihlak, helak kelimesinden türeme. Helak, mahvolma, ölme, harcanma çok yorulma… gibi anlamlar içeriyor. Dolayısıyla tüketim, ‘harcamak suretiyle tüketme, bitirme, boş yere harcayıp tüketme’ demeye geliyor. Fransızcada Latince cum-summa’dan türeme kelimelerden biri olan consumer de, bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek… gibi anlamlarla yüklü. O halde insanların yapıp-ettiklerinin ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok ve lüzumsuz tüketim, daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok çöp (atık) demekse, o zaman bu işte bir yanlışlık var demektir…
O halde sadede gelebiliriz. Bu tüketim saçmalığının, bu tüketim çılgınlığının sebebi ne? Aslında bu saçmalık, kapitalist üretim tarzının mantığında ve işleyişinde mündemiç (içkin) temelli bir sapmanın ve saçmalığın doğrudan sonucu… Aslında tüketim çılgınlığının gerisinde üretim çılgınlığı var… Kapitalizm, sınırsız büyüme, sınırsız genişleme dinamiğine ve eğilimine dayalı işleyişe sahip bir sistem. Her kapitalist veya kapitalist işletme, her seferinde daha çok üretmek zorunda. Tabii her seferinde daha çok da satmak zorunda. Bundan kaçış yok. Kapitalizmde durmak diye bir şey yoktur… Bir sonraki üretim ölçeğinin bir öncekinden büyük olması gerekiyor… Fakat üretmek yeterli değil, üretilenin satılması da gerekiyor. Marksist bir terimi kullanmak gerekirse, realizasyon (gerçekleşme) şart… Fakat bir sorun var: Kapitalizmin geçerli olduğu yerde üretim etkinliğiyle, ihtiyaçların tatmin edilmesi gereği arasındaki bağ kopmuş olduğu için, üretilen miktarla satılan miktar arasında kaçınılmaz bir ‘uyumsuzluk’ ortaya çıkıyor. İşte krizlerin asıl nedeni de bu… Kapitalist mantığın bir gereği olarak hem çok üretmek ve hem de üretileni satmak gerekiyor. Fakat, bu zorunluluk başka bir zorunluluk tarafından sınırlanıyor. Kârın yüksek olması için ücretlerin düşük olması gerekiyor. Düşük ücret demek de, düşük talep, düşük tüketim ve netice itibariyle üretilenin satılamaması demektir…
İşte bu temelli çelişkiyi, bu saçmalığı aşmak için bir dizi ‘önlem’ devreye sokuluyor: Marketing (pazarlama), reklamlar, ‘programlanmış eskime’, moda, marka… Bütün bunlarla amaçlanan, insanları daha çok satın almaya nasıl ikna ederiz, nasıl kandırırız, nasıl aldatırız sorularıyla ilgili… Marketing, burjuva üniversitesinin vazgeçilmez disiplinlerinden biri… Bu, üniversitelerde bilim etiketi altında nelerin öğretildiğinin de bir göstergesidir… Yani, ‘mal satma bilimi…’
Reklamlar insanlarda eksiklik duygusu yaratıyor. Eksiklik duygusu da insanın hayatı gerektiği gibi yaşamasını, hayattan tat almasını engelliyor. Mesela kendi vücudundan memnun bir kadın muteber bir tüketici değildir… Önce güzel olmadığına inanması ve ardından da bir estetik cerrahının veya “zayıflama uzmanının” kapısını çalması gerekir ki, “iyi bir tüketici” olsun… Sürekli abur-cubur yiyerek obez olmayan bir çocuk da muteber bir tüketici değildir. Önce obez olmalı, sonra da kilo vermek için ‘konunun uzmanına’ müracaat etmelidir… Aslında orada söz konusu olan tam bir tuzak: Önce bir sorun yaratmak, sonra da onu “çözmek”… Bir insan eksikliğini ancak satın alarak giderebileceğini düşündüğünde, reklam amacına ulaşıyor… Başka türlü ifade edersek, insanları satın almaya ikna edebilmek için, bilincinde bir “yoksunluk” veya “psişik bir dengesizlik” yaratmak gerekiyor. Reklam, insan mutluluğuyla maddi tüketim arasında doğru yönde bir ilişki olduğu saçma düşüncesini pekiştiriyor… Gözünüzü açtığınızda, başınızı kaldırdığınızda karşınızda reklamları görüyorsunuz. Televizyonu, cep telefonunu açtığınızda, internete girdiğinizde, bir gazeteyi elinize aldığınızda, posta kutunuzda, kamusal alanlarda, metroda, otobüste, hep reklam… Sinemada film başlaman önce en az on-on beş dakika reklam bombardımanına maruz kalmak kaçınılmaz…
Reklamlar, aşırı üretim ve tüketim aymazlığını sürdürerek, hem insanî ve hem de ekolojik sorunları büyütüyor. İnsanın özünü aşındırıyor, insani değerleri yok ediyor, anlam kaybına neden oluyor… İnsanı satın alan pasif, edilgen, beyinsiz, tuhaf bir yaratığa dönüştürüyor… Velhasıl, insanı insanlıktan çıkarıyor, toplumu kirletiyor, ekolojik yıkımı derinleştiriyor…
‘Programlanmış eskime’, sistemin işlerliği için satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızının da sürekli artmasını sağlama amacıyla peydahlandı… Aksi halde satın alınan onca şeyin “normal ömrünü” doldurmadan kullanımdan düşmesi, “eskimesi”, çöpe atılması, çöp dağlarının büyümesi… mümkün olmazdı. “Programlanmış eskime”, şirketlerin daha fazla satabilmeleri için, bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğinin önceden, daha tasarım aşamasında belirlenmesi, ‘ömür biçilmesidir’… Normal koşullarda 40 yıl kullanılabilir bir buz dolabı, 30 yıl kullanılabilir bir araba, 20 yıl kullanılabilir bir televizyon, 50 yıl kullanılabilir bir telefon, 25 yıl ömrü olan bir elektrik ampulü, vb. üretmek mümkün iken, bunların kullanım ömrü, mesela 4 kat azaltıldığında satışlar da aynı oranda artar… II. Emperyalist Savaş sonrasında üretilen naylon kadın çorapları gayet dayanıklıydı… Hemen gereğini yaptılar, imalatın kompozisyonunu değiştirdiler, bir iki kullanım sonunda atılır hale getirdiler… Bir de basit bir onarımla kullanabilir olan şeylerin tamirini yapılamaz hale getirdiler… Gıda maddeleri ve meşrubatlar, vb. için son kullanma tarihi yazılması da aynı operasyonun bir versiyonudur…
Moda ve marka da bir yok etme, kirletme ve israf yöntemi… Aslında modayı “süratle yok olmak üzere üretilen şey” olarak görmek mümkündür. Ya da “moda, demode olmak içindir” de denebilir… Bir sonra üretilen, bir öncekini yok ediyor… Elbette modayı var eden, sürekliliğini sağlayan bir sosyal işlev de söz konusu. Esasen modayı var eden, bir bireyin ‘bir kesime ait olma’, ‘onunla özdeşleşme’ isteği ve arzusudur. Dışlanmama kaygısı bireyi “diğerleri gibi olmaya” itiyor ama o diğerleri “aşağıdakiler” değil… Aşağı bir statüde olmamak, “ayrıcalıklı sınıfa” mensup olma arzusu… Modaya uymayı başaran, kendini sıradan biri olarak görmez… Eskiden moda, güz/kış – bahar/yaz olmak üzere yılda iki kere yenilenirdi… Şimdilerde fast fashion devreye sokulmuş durumda. Yıl 52 mikro-sezona bölünmüş bulunuyor… Yıkımın, israfın, saçmalığın boyutlarını düşünebiliyor musunuz?
İsrafın ve yok etmenin bir aracı da marka… Aslında marka işlevi itibariyle modanın bir versiyonu sayılabilir… Marka, kalitenin ve zarafetin timsali sayılıyor… Marka kalitenin sembolü sayıldığında, artık kalite sorun edilmez hale geliyor… Önemli olan o marka mala sahip olmaktır, marka kaliteyi sorun olmaktan çıkarıyor… O zaman da gözü kapalı satın almak mümkün… Artık dev şirketler için önemli olan üretmek değil, marka üretmek… İşletmeler “ucuz işçi cennetlerinde” kuruluyor ama asıl işi yapanlar taşeron şirketler… Amaç, ekseri kadın emeği olmak üzere, ucuz emeği sömürmek, ucuz hammaddeyi kullanmak… Bir kot (jean) markası olan Spectrum-Sweater pantolon, Cenevre’de 54 euroya (324 TL) satılıyor, bu miktardan Bangladeşli kadın işçiye düşen, pantalon başına 25 santim euro (1.5 TL)… Üretim orada yapılıyor zira Bangladeş’de “yasal asgari ücret” aylık 51 euro… İşte bütün bu yöntemler, bu tuzaklar sayesinde, ihtiyaçlarla satın alma eylemi arasındaki bağ da kopmuş bulunuyor. Tam bir satın almak için satın alma hali…
Velhasıl bu saçma üretimi ve tüketimi vakitlice durdurmak geriyor… Dünyanın kaynakları sınırsız değil… Aslında dünyayı üretimleri ve tüketimleriyle zenginler yok ediyor. Süper zenginleri zenginler, bu ikisinin yaşam tarzını da yukarı orta sınıf taklit ediyor… Ve bu ikisi 500 milyon kadar ki, dünya nüfusunun yaklaşık %7’si… Velhasıl, şımarık %7 dünyayı yok ediyor da diyebilirsiniz…