Bundan tam kırk yıl önce Maraş’ta bir hafta süren ve resmi kayıtlara göre 111 kişinin öldüğü olayların kırkıncı yılında hala bir yüzleşme yapılmadığı gibi ölenlerin anılmasına da izin verilmemektedir. Yedi yüzyıldan beri Alevilere karşı yapılan her türlü karalama, sürgün ve katliam zincirinin bir halkası olan Maraş Katliamı’nın gerçek failleri ortaya çıkarılıp bir yüzleşmeye gidilmemiştir. Böyle olunca da bu tip olaylarla her zaman karşılaşabiliriz. Nitekim Maraş’tan sonra da Malatya’da, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de buna buna benzer olaylar yaşanmıştır. Hala birçok yerde Alevi evlerinin kapıları işaretlenerek tehditler yağdırılmaktadır. Siyasetçilerimiz “halkı polisle karşı karşıya getirmem” diyerek Madımak otelinde otuz üç canın yanmasını kadere bağlarken, “bağımsız(!)” yargı mensuplarımız da bir tweet atanı veya soyut bir konuşma yapan seksenlik bir sanatçıyı hemen soruşturma ve dava konusu yapıyor, akademisyenlerin kanıyla duş almaktan söz edenleri, kapı işaretleyerek ölüm tehditleri yağdıranları fikir özgürlüğü gerekçesiyle serbest bırakıyorlar.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Maraş Katliamı’nı anmaya gidenler çeşitli engellemelerle Maraş’a sokulmamaya çalışıldı.
Maraş Katliamı, bugüne kadar birçok kişi ve kuruluşça ele alındı, ayrıntılarıyla anlatıldı. O konu, bu yazının sınırlarını çok çok aşar. Benim amacım, olayların sonrasını ve başından itibaren izlediğim olayları ve 12 eylül faşist darbesi oluncaya kadar avukat olarak katıldığım dava sürecini kısaca anlatmak.
Olayların başından itibaren İstanbul’dan çeşitli yollarla haber almaya çalışıyorduk. Ancak çok çelişkili bilgiler geliyordu.
Üyesi bulunduğum İstanbu Barosu’nun efsanevi başkanı, sonradan birlikte çalışma onuruna kavuştuğum rahmetli Orhan Apaydın ve genel Sekreteri aziz dostum merhum Medet Serhat ile diğer yönetim kurulu üyelerinin kararı ile İstanbul Barosu ve Avrupa İnsan Hakları Merkezi adına daha sonra üç dönem CHP milletvekil olan arkadaşım Mehmet Ali Özpolat ile birlikte 7 ya da 8 ocak 1978 günü Maraş’a gittik.
İlk durağımız, Maraş Valiliği oldu. Dönemin valisi Hasan Tahsin Soylu, bize uzun uzun olayları anlattı.
Ben, “Sayın Vali, biz insan haklarına azami ölçüde değer veren ve o konuda ödün verilmesine kesinlikle karşı olan iki kurum adına buradayız, her türlü işkenceye karşıyız, bu nedenle kim olursa olsun, sanıklara işkence yapılmaması gerektiğine inanıyoruz” dedim. Vali’nin cevabı tüylerimi diken diken etti:
“Avukat bey, hamile kadının karnını yarıp yedi aylık cenini öldüren adamın, evin tüm fertlerini öldürüp üst üste büyükten küçüğe koyup en üste evin kedisini öldürüp koyanın, doksanlık kadını öldürüp başaşağı çokura koyup, bacakları dik dursun diye otomobil lastiği geçirenin, öldürdüğü adamın kanını bir tasa akıtarak -biz burada tas deriz, siz ne dersiniz bilmem- içine gözlerini çıkarıp koyanın haklarından mı söz ediyorsunuz?” dedi.
Benim ve Mehmet Ali’nin gözleri yaşarmıştı, yavaşça “ben de Maraşlıyım, biz de tas deriz” dedim.
Olayları soruşturduklarını, Ankara’daki bir telefondan talimat aldıklarını tespit ettiklerini, ancak o noktadan sonra durdurulduklarını söylemesi üzerine kim ya da neresi olduğunu sorduğumda cevabı, her şeyi anlatıyordu: “Siz de tahmin edersiniz, söylememe gerek yok.” Sonradan bizim de doğru tahmin ettiğimiz ortaya çıktı.
Vali ayrıca olayların ikinci ya da üçüncü günü bir generale silah kullanarak engel olması isteğinde bulunduğunu, “askerim jandarma değil” yanıtı aldığını söyledi.
Sıkıyönetim Komutanlığı’nda soyadını hatırlamadığım Tanfer adındaki bir binbaşı ve adını Hüseyin Arı olarak hatırladığım bir yüzbaşı ile konuştuk. Bize olayları teferruatıyla anlattılar. Yüzbaşı Arı, doğuda hizmet yaptığı sırada birçok Kürt genci ile konuştuğunu, (galiba Milli Güvenlik Dersleri’ne girdiğini söylemişti) son derece bilinçli bir Kürt milliyetçiliği içinde oldukları, vaziyetin hiç de bilindiği gibi olmadığı yolunda bilgiler verdi. Çıktıktan sonra 50’li yaşlarda zayıf bir adam bizim İstanbul’dan gelen avukatlar olduğumuz bilgisi almış ki oğluna işkence edildiğini söyledi. Oğlunun adı, Ökkeş Kenger’di. Tekrar içeri girip Tanfer binbaşıya durumu anlattım, “merak etmeyin Avukat bey, biz işkence yapmayız” dedi. Ökkeş Kenger, dava sırasında karşımda 1 numaralı sanık olarak oturuyordu.
Belediye ve devlet hastanesi yetkilileriyle görüşmeye çalışmış, hiç birinden randevu alamamıştık. Hastane başhekimi hakkında son derece ağır ithamlar vardı, yaralıları almamak, ve olayları tahrik etmek gibi.
Görüştüğümüz son kişi, Maraş Barosu Başkanı merhum İsmet Sezal idi. Olayları üzüntü ile anlattı, ancak yürüyüş sırasında elinde bayrak taşıyan bir güreşçinin ve yanındakilerin büyük bir inançla yürüdüklerini söyledi, şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. O güreşçinin olaylarda öldüğünü öğrenmiştim.
Üç gün kaldığımız Maraş’ta katliama uğrayan halkla görüşmelerimizi sürdürdük, olayların nasıl çığırından çıktığını, insanların nasıl acımadan öldürüldüğünü büyük bir üzüntü ile dinliyorduk. Olayların üzerinden daha iki hafta geçmeden bir kısım insanlar başka yerlere göç etmiş, birçoğu da göç hazırlığına başlamıştı.
Maraş’ta 1960’larda %45’lerde olan Kürt/Alevi nüfus, şimdilerde %20’nin altında. Pazarcık ovasının verimli ovaları başkalarına yarıyor. Yalnız Paris’te, Pazarcık nüfusundan çok Pazarcıklı var.
Hiç unutamadığım ve ömrümün sonuna kadar içimde bir kanayan yara olarak kalacak olan Maraş Katliamı’nı değil, olayların sonrasını kısaca özetlemeye çalıştım. Çok önemli olan dava sürecini gelecek yazıda ele alacağım.