“Türkiye’nin iki fay hattı vardır: Kürt meselesi ve İslamcılık” diyen anayasa hukukçusu Prof. Dr.Bakır Çağlar’ı, ölüm haberi üzerine, öldükten bir gün sonra tanıdım.
Bilemiyorum, belki daha önce bir gazete haberi ya da dönem göz önüne alındığında, TRT’nin sarhoşluk kokan, yanlı ola ola pizza kulesi gibi eğilip bükülmüş, faşist hezeyan sanrılarla akıp giden bültenlerinde “övünç kaynağı” olarak mecburi geçmiştir. Denk gelmişimdir, ama hatırlamıyorum.
Kendisi yıllar boyu Strasbourg Mahkemeleri’nde Türkiye lehine davalara baktı. Görevi bu idi… “Buradaki davaların yarısı Türkiye’nin, yeni davalar gelmese bile eldekiler 30-40 yılda biter. O günleri göremem”deyip, “Türk devletinin avukatlığını yaptığım için pişmanım” diyerek göçmüş.
Bu ismi şu an anıyor olmamın sebebi 1999 yılında verdiği bir röportajda söylediklerinden kaynaklı. Şöyle diyordu:
“Benim duygusallığımı ve düşünce sistemimi en çok zorlayan davalar Güneydoğu davalarıydı. Güneydoğu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı aşağılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre Fransa’da eğitim yapmış, İstanbul’da oturan, Kıbrıs’ı seven ve Strasbourg’u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoğu’ya gittim. Ankara’nın ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. Şırnak’a gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir ‘Vietnam Sendromu’ var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım. Ruhsal olarak sakatlandım. Şırnak’tan döndüğümde ben artık aynı insan değildim. Gerçeği gördüm. Türkiye’nin dörtte birinde farklı bir hayatın yaşandığını gördüm. Orada insanlıklarının dahi farkına varamayan insanlar var. Bugün orada 20 yaşına gelmiş gençlerin hiçbiri ‘olağan hali’ henüz yaşamadı. Hepsi doğduğundan beri ‘o hali’ yaşıyor. Böyle bir ortamdan yurttaş yaratabilir misiniz? Sakatlanmış insanlar onlar. Ben Güneydoğu’ya gittiğimde bir spagetti western mekânında yaşadığımı anladım. Oysa o güne dek John Ford’un westernlerinde yaşayan biriydim. Bilirsiniz, western filmlerinde iki farklı ekol vardır. Birincisi klasik western, yani John Ford ekolü. İkincisi spagetti western, Sergio Leone ekolü. John Ford’un filmlerinde kovboy barın hemen üst katındaki odasından aşağıya iner ve çarpan kapıdan çıkıp dışarı bakar. Gün doğmaya başlamıştır, “Ne güzel bir hava” der. Sergio Leone’nin kovboyu da odadan alt kata bara iner, çarpan kapıyı açar ve dışarı çıkar. Ve beyninin ortasına bir kurşun yer. Ben de kafası delik dolaşan bir insanım artık.
Dışarısı da hapis değil mi? sorusuna sağlam bir cevap aldığımız Yılmaz Güney’in “Yol” (1981) filminde kamera Urfa’nın yeşilliklerine at üstünde, ağır çekimde, iç parçalayan Ahmedo nağmesi ile girdiğinde, benim için filmin en unutulmaz karesi de olmuştu. Ömer’in hikâyesine de öyle giriş yapıyordu Güney.
Çok geçmeden bir traktör içinde ‘ayakları görünen ölü bir beden’ kapıya geliyordu. Kolluk kuvvetleri ile sunulmuş iki çift ayak…
Aynı sahneyi 2011’in son günlerinde Roboski’de göreceğimizi bilmiyordum. Bilemedik…
Çok bir şey demeye gerek var mı bilmiyorum. Kanımca bu kareden sonra hepimiz, Bakır hocanın dediği gibi “kafası delik dolaşan bir yarım insan” olduk. Ben en azından kendimi uzun uzun süredir öyle hissediyorum.
Yine Henri Charrière’ın çok bilinen kitabı “Kelebek”i okuyanlar hatırlayacaktır, korkunç hücre cezalarına çarpıtılıyordu kendisi ve dost edindiği arkadaşları. Hücre cezası verilen bir mahkûm ya ölü olarak ya da ölüden beter olarak çıkmaktadır ki hücrenin mahkûmlar arasındaki adı “insan yiyendir.” Kötü fiziki şartlara ek olarak hücrede mutlak bir sessizlik uygulanınca mahkûmlar da akıl sağlıklarını yitirmektedir. Henri Charrière bu hücre için kitabında aynen şunu yazar: “Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği”
Ve devlet de aynı taktiği uyguladı. Sadece sessizlik değildi buldukları!
Roboski onların nezdinden olmamış, yaşanmamış bir ara evreden ibaret! Sessizliğe gömme yetmedi, üzerine beton da döktüler. Hiç öyle bir yer de olmamış demeye getirdiler.
7 yılı geride bırakırken ortada koca bir soru hala durmaktadır: Roboski’de ne oldu? 28 Aralık 2011 günü, akşam vakti Roboski köyünün sınırında ne oldu?
Devlet katında herkesin bildiği ama kimsenin cevabını üstlenmediği bu sorunun cevabını tüm halk 7 yıldır biliyor ve bunun hesabını soruyor. Roboski Katliamı sekizinci yılına girerken arkasında bu ülkenin korkunç hafızasını da dakika dakika işleyerek önümüze sermeye devam ediyor. Bundan ötürü ısrarla, hakikat için sormak lazım: Roboski’de ne oldu?