Yine acılarımızın tazelendiği günlerdeyiz. Üç yıl önce bugünlerde başta Cizre ve Sur olmak üzere sokağa çıkma yasağı ilan edilen birçok Kürt ilçesi ve yerleşiminde devletin ablukası ve Kürt gençlerin direnişi bütün şiddetiyle sürüyor, mahaller top ateşine tutuluyor, evler bombalanıyordu. Anaların cenazesi günlerce sokakta kalıyor, gençlerin ölü bedenleri buzdolaplarında bekletiliyor, sağlık görevlilerinin yaralılara ulaşması engelleniyor, direnişçiler bodrumlarda diri diri yakılıyordu. Tarihin en acımasız kuşatmalarından biriydi bu.
Ben her zaman kendimi bir enternasyonalist olarak gördüm, bir arada yaşamı savundum ama maalesef o günlerde İstanbul’da derdimi anlatmakta zorlandım. Maalesef Batı’daki demokrat arkadaşlarım bile halkımın uğradığı bu saldırıya karşı ya ilgisiz kalıyor ya da direnişçi gençleri eleştiriyordu. ‘Hendek’ sözü Kürt Hareketi’ni suçlamaya dünden hevesli medya ya da ulusalcılıkla solculuğu karıştıran kimi sosyalistlik iddiasındaki kişilerin diline pelesenk olmuştu.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra solcular ve AKP muhalifleri hep Kürtlerden fedakârlık talep etti. Kürt halkı seçim sonucunu hazmedemeyen iktidarın saldırısı altındaydı. Yine de Kürtlerin harekete geçmemesi bekleniyor ve isteniyordu kamuoyunda.
Oysa Kürtler her dönemde en ağır saldırılar altında bile ‘barış’ demişti. Eğer o günlerde Batı’da demokratlar, solcular hendeğe değil de her gece devletin düzenlediği baskınlara, tutukladığı gençlere takılsaydı, devletin şiddetinden sinmek yerine gençlerin cesaretinden feyz alsaydı, bugün Türkiye’de AKP rejimi bu kadar yerleşikleşmiş olmazdı.
Ben o dönemde iki kez kuşatma altındaki Sur’a gittim. Direnişçi gençlerle görüştüm, haber yaptım. Gençler hendekleri niçin kazdıklarını çok net anlattılar. Polisin her gece evlerini bastığını, hendeğin onlar için bir savaş aracı değil bir özsavunma yöntemi olduğunu söylediler.
Ama Kürtlerle empati kurulmaz bu toplumda. Empati de Kürtlerden talep edilir. Türk hassasiyetleri söz konusu olduğunda Kürtler susmalıdır.
Bir Kürt kamuya açık alanda ana dilini konuştuğunda Türk hassasiyetlerine dokunmuş olur ve sık sık lince uğrar, ölür. Devlet ve hükümetin medya üzerinden yaydığı nefret kültürü linççi faşistlerin, hassas vatandaşın eyleme geçme ehliyetidir.
Önceki gün ajansa düşen bir haber hem içimi yaktı hem de beni utandırdı. Halkımın iki ferdi, bir baba oğul Sakarya’da Kürtçe konuştuğu ve Kürt kimliğini açıkça ifade ettiği için silahlı saldırıya uğradı. Baba Kadir Sakçı öldü, oğul Murat Sakçı ben bu yazıyı yazdığım sırada ağır yaralıydı. Belki ben de oğulları olan bir baba olduğum için bu haberi duyduğumdan beri o baba oğulun o an ne hissettiklerini düşünüyorum. Kendimi o konumda tasavvur ediyorum. Gel de şimdi gençlerin öz-savunma talebini gündeme getirme.
Genel politika alanında, uluslararası siyasette de bu böyledir.Türk hükümeti ABD’nin stratejik ortağı olduğunu her fırsatta vurgular. Türkiye Cumhuriyeti ABD ile ittifakını her dönemde muhafaza eder.Ama Kürtler, Ortadoğu’da konjonktür gereği aynı hatta bir siyaset izlerse, bu medyada da, ulusalcı solcuların ağzında da emperyalizm ile işbirliği olur. Türkler reel politika yapabilir, Kürtlerin buna hakkı olamaz.
Sonra İttihat Terakki artığı, soykırım yağmacısı bir soydan gelen bir gazeteci (Fatih Altaylı) çıkar Kürt politikasını ve stratejisini kendi özel hayat anlayışının kavramları ile açıklamaya kalkışır. Ona buradan kendi kullandığı terminoloji ile cevap verebilirdim ama terbiyem müsaade etmedi. Zaten onun ve ailesinin kirli geçmişi, ganimetçiliği gazete sayfalarında yer aldı önceki gün. Soykırım mirasyedisi Fatih Altaylı’nın halk düşmanlığı onun karakteri olmuştur.
Fakat şunu söyleyeyim: Bu ülkeyi, bu coğrafyayı, Kürtleri öldürmek isteyenlere teslim edemeyeceksiniz. Kürtler var ve mücadele ediyor. Bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak.