Türkiye bundan önce iki defa açık faşizme geçti. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de. Her iki süreç de emperyalizm ve oligarşinin yönetimi ve yönlendirmesi altında yaşandı.
Her iki geçiş süreci de halkın büyük çoğunluğunu açık faşizme razı etti. Türkiye tarihinde ilk defa açık faşizme geçiş süreci emperyalizmin ve oligarşinin yönetimi ve yönlendirmesi altında yürümüyor. Ve yine ilk defa halkın çoğunluğu açık faşizme geçişe razı değil. Erdoğan sandıktan “başkan” olarak çıkmayı başarırsa, devleti demir yumruğu altında “bütünleştirmeyi” vaadediyor.
İlan ettiği amaç “devletin bekaası”, ajandasının başında ise “neoliberalizmden ve Kürt düşmanlığından sıfır taviz” yazıyor. Erdoğan’ın ajandasının bu sert çekirdeği emperyalizm ve oligarşinin odaklandığı sorunları çözmüyor, azaltmıyor. Çünkü yalnızca “devletin bütünlüğünü sağlamak”la ilgilenmiyorlar. Hakiki sorunları başka. ABD emperyalizmi Ortadoğu’da ray değiştirirken Türkiye’yi “yük haline getirmeden” sistem içinde tutmanın derdinde. Oligarşinin geleneksel patronları ise mülkiyet haklarının güvence altına alınmasının, devletin “gözdeliği” konumunu yeniden elde etmenin peşindeler. Peki düzen içi muhalefetin restorasyon programı emperyalizmin ve oligarşinin bu kaygılarına etkili bir yanıt sunuyor mu? 12 Eylülcülere, 28 Şubatçılara, 2002 AKP’sine gösterdikleri muhabbete benzer bir yakınlığı Millet İttifakı’na göstermediklerine bakılırsa, pek öyle değil.
Emperyalizmin Ortadoğu hegemonyası krizde, oligarşinin neoliberal birikim modeli krizde, sömürge faşizmi krizde… Neoliberal yeni sömürgeciliğin “ayarı bozulmuş” durumda. Egemen güçlerin Türkiye için ellerinde ne yeni bir ayar var ne de bu ayarı verecek bir güvenebilecekleri bir iktidar seçeneği. Süreç emperyalizmin ve oligarşinin kontrolü altında değil. Erdoğan tek adam diktatörlüğüne seçim üzerinden geçemezse köşesine çekilmeyecek. “B, C ve hatta D planı” elinde. Bu planlarda nelerin yer aldığını 7 Haziran-1 Kasım arasında yaptıklarına bakıp tahayyül edebiliriz. Ama o zaman daha 15 Temmuz olmamış, devletin, kontrgerillanın çivisi çıkmamıştı.
Erdoğan bu çivisi çıkmış devletle, orduyla, kontrgerillayla 16 Nisan’daki gibi “Atı kapıp Üsküdar’ı geçmeye kalkıştığında” muazzam bir kaosun tetiğine basmış olacak. Karşısında ise emperyalistlerin ve oligarşinin olgunlaşmış siyasi seçeneği değil, halkın dinbazırkçı faşizme karşı direnen çoğunluğunun iradesi olacak. (İster başarılı, ister başarısız olsun) Erdoğan’ın salto mortali, neoliberal sömürgeciliğin ve sömürge faşizminin sonunu getirebilir. Erdoğan başarılı olursa sömürge tipi faşizmin yerini bir başka ultra gerici istisnai rejim alabilir; başarısız olursa sömürge tipi faşizmin kurumsal parçalanma ve dağılma süreci 15 Temmuz’un ötesine geçebilir. Bu andan itibaren “parlamenter rejimin ihyası”, “hukukun üstünlüğünün sağlanması”, “güçler ayrılığının tesisi” ve “liyakat esasının uygulanmaya geçilmesi” gibi hedeflere “restorasyon” la varabilmek mümkün olmayacaktır. Açık faşizme geçişi durduran ya da açık faşizme karşı direnen güçlerin yeni bir kurucu irade oluşturması zorunlu hale gelecektir. Bu zorunluluk, toplumun hem düzen yanlısı hem de düzen karşıtı tüm güçlerinin önüne konulacaktır. Toplumun, devlet halinde örgütlenmesi için dinbaz-ırkçı tek adam diktatörlüğünü dışlayan yeni kurucu ilke ve değerlerin ortaya konulması, bu ilke ve değerleri güç ve iradeye dönüştürecek siyasi öznelerin teşkili sözcüğün geniş anlamıyla solun en yakıcı sorunu haline gelecektir.
Bugünün sorunu Erdoğan’ı sandıkta durdurmaktır. Ama bilelim ki açık faşizme geçiş süreci sandık merhalesinden ibaret değildir. Bununla birlikte yine bilelim ki bu süreci sandık merhalesinde tökezlettiğimizde sömürge faşizminin krizini bugüne dek hiç görülmemiş bir ölçüde derinleştirebiliriz. Bu kriz konjonktürel bir siyasi kriz değil, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük siyasi kriz olabilir. Türkiye faşizminin tarihsel varoluş temeli ciddi bir biçimde daralabilir. Bu noktadan sonra devletin bir yeni sömürge devleti olarak kuruluşu zorunlu olarak bir “fetret devri”nden geçecektir. Solu, sosyalistleri, radikal demokratları, Kürt demokratik siyasetini bekleyen görev, sömürge faşizmini bu “fetret devri”nden sağ çıkarmamak olacaktır. Bu nedenle, Erdoğan’ın “güçler ayrılığı”nı, “hukukun üstünlüğü”nü, “liyakat esasını” reddeden kokuşmuş diktatörlüğünü tasfiye edecek, halka dayanan bir demokrasinin, halk egemenliğinin kurucu ilkelerinin şimdiden ve hep birlikte altını çizmeye başlamamız gerekiyor: Bağımsızlık, Özgürlük, Eşitlik, Barış!
Bu yazının geniş versiyonu eşzamanlı olarak www.sendika62.org’da yayınlanmıştır.