David Craven*
Birçoğumuz bunu şaşırtıcı bulabilir ama, “modernizm” (veya modernismo) terimi 1880’lerde, metropol ülkesi olmak şöyle dursun, dünya ekonomik düzeninin merkezinde bile bulunmayan bir ülkede, Nikaragua’da ortaya atılmıştır: Latin Amerika’nın uluslararası kabul gören ilk modern yazarı ve hâlâ en etkili şairi olan Rubén Darío tarafından. 1867-1916 yılları arasında yaşamış olan Darío, “modernizm” bayrağı altında, Latin Amerika’nın gerçek anlamdaki ilk avangard hareketini başlatmıştır. Bu terimi açık seçik biçimde ilk defa, 1888-89 civarında Meksikalı yazar Ricardo Contreras’ın yazılarındaki özgün niteliklere işaret etmek için kullanmıştır. Darío’nun, Azul (Mavi; 1888) kitabında örneğini gördüğümüz kendi modernizmi ise, Avrupa’dan ve Avrupa dışından devşirilmiş farklı kültürel göndermelerin biraraya getirildiği melez bir karışıma dayanır; hem sömürge öncesinin, hem de sömürge dönemi ve sonrasının unsurlarını barındırır. Darío’nun şiirine yön veren iki ana unsur, İspanyol edebiyatının günü geçmiş ve kalıplaşmış uzlaşımlarına duyduğu tepki ve 19. yüzyıl Fransız edebiyatındaki bazı yeni gelişmeleri özümseyerek Kolomb-öncesi uzak geçmişin kültürel gelenekleriyle birleştirmesidir. Kapitalist toplumsal değerlere ve Batı kolonyalizmine karşı çıkış; Latin Amerika’nın Batılı olmayan veya sömürge dönemi öncesine ait sanat geleneklerini canlandırma (veya en azından yeniden kullanma) arzusu, ama bunu yaparken de Batı sanatının büyük değerlerinden vazgeçmemek; ve Charles Baudelaire’in 1863 tarihli ünlü yazısında modernité (modernlik) adını verdiği şeyin karmaşık bir biçimde benimsenmesi: Darío’nun modernizmini tanımlayan unsurlar bunlardır.
Bu noktada, Batı sanat tarihi yazınındaki çok yaygın bir yanlış anlamayı düzeltmek yerinde olacak sanıyorum. Baudelaire’in “Modern Hayatın Ressamı” adlı yazısı, Darío’nun kuramsal olarak geliştireceği modernizm tarifine katkıda bulunmuş olsa da, modernizmi tanımlayan veya kuramlaştıran bir yazı değildir. Baudelaire, “Modernité’yle kastettiğim, bir yarısı sonsuz ve değişmez olan sanatın, gelip geçici, ele avuca sığmaz, koşullara bağlı olan diğer yarısıdır”(1) derken, ekonomik modernleşmenin yol açtığı toplumsal deneyim olarak modernliği tarif ediyordu; modernizm adı altındaki kültürel pratikler ve sanatsal tepkiler, bu deneyime verilmiş daha bilinçli, çoğunlukla da muhalif ve özeleştirel cevapları oluşturacaktı. Nitekim Baudelaire de, “modern hayatın ressamı” sıfatına, modernizmin öncüsü sayılan dostu Edouard Manet yerine önemsiz bir geç romantik ressam olan Constantin Guys’i örnek göstermekle, farkında olmadan bu hususu açıklığa kavuşturmuştu.
Tabii bu terimleri tanımlarken, ben de Perry Anderson ve Marshall Berman’ın izinden gidiyorum. (2) Modernizm, Batı’nın yerleşik yüksek kültürüne karşı çıkan, ama aynı zamanda onunla bağını da koruyan, yerleşik akımlar dışındaki sanat eğilimlerini ifade etmektedir. Modernizm adı altında toplanan çeşitli eğilimler, modernlik deneyimine gösterilmiş farklı ve karmaşık tepkilerdir; keza modernlik de ekonomik kapitalist modernleşme projesinin ve ona bağlı Batı emperyalizmi programının karmaşık dolayımlarını içeren bir olgudur. Bu üç terim sanat tarihi yazınında çoğunlukla eşanlamlıymış gibi kullanılsa da, modernizm, modernlik ve modernleşmenin daima asimetrik ve istikrarsız bir ilişki içinde olduklarının altını çizmek gerekiyor.
(1) Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay (İstanbul: İletişim Yayınları sanat-hayat dizisi, 5. baskı 2009) s. 214 – ç.n.
(2) Bkz. Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, çev. Elçin Gen (İstanbul: İletişim Yayınları, 6. baskı 2016); Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Peker, Ümit Altuğ (İstanbul: İletişim Yayınları, 19. baskı 2017) – ç.n.
*Derya Yılmaz tarafından çevrilen bu yazı e-skop’tan alınmıştır.